Vahiy-akıl ilişkilerinde vahyi hüküm ve ilke verebilecek kadar 'açık ve seçik' sayarak aklın yetersizliğini benimseyen tavra 'sünni akıl anlayışı' diyebiliriz. Bu anlayışın ana noktası vahiy ile zihin arasında irtibatın 'nebevi akıl' tarafından tesis edildiği kabulüdür. Vahiy ile insan arasında Hz. Peygamber bulununca vahiy evvelemirde 'anlaşılmıştır' ve tevil her durumda bir zorunluluk değildir. Bu itibarla nebevi akıl aracılığıyla vahyi ile insan epistemolojik zemin kurulur. Bu durumda vahyin bizatihi anlaşılabilen anlamı vardır: ilahi kelam bizimle konuşur, bize bilgi verir, bizim dünyamızda tecelli eder, herhangi bir özel kabiliyet veya ehliyet olmaksızın biz de ilahi kelamı anlayabilir, onunla irtibat kurabiliriz. Din bilimlerinin tedvin evresinde 'ulema' otoritesini güçlendirmek için yöntem/usul zorunluluğunu savunurken genel ilkeyle çelişen bazı gerekçeler dile getirilse bile, bu durum, asıl tavra kıyasla ikincildir: Her halükarda ilahi kelamın vücud bulduğu metnin anlaşılırlığı Sünni düşüncenin kurucu ilkesidir.
Bu tavrın çeşitli bahisleri muhalif ekollerle tartışmalarda ortaya çıkmıştır. Fakihler ve kelamcılar amel ve akide hükümleri alanında muhalifleriyle tartışmaları sürdürürken sufiler ahlak ve manevi terakki alanında benzer tartışmaları yapmışlardır. Sünniliğin aklı ikincilleştiren tavrı kadir-i mutlak Allah anlayışının zorunlu neticesiydi. Allah kadir-i mutlak ise O'nun –ki kadir-i mutlak bilgi ve kelam niteliklerinde de geçerlidir- mukabilinde aklın ve insanın 'sınırlayıcı' özgürlüğünden ve yeterliliğinden söz edilemez. Bu tavır zamanla Sünni teorisyenlerce farklı alanlarda tartışılmış, kavramlar üretilmiş, bazen ise farklı geleneklerden tevarüs edilen kavramlar tadil ve tashih edilerek ana akım düşünceyle uyumlu hale getirilmiştir. Bu meyanda en çok karşılaşılan örnekler kavramları yeniden yorumlamak, yeni dil oluşturmaktı. Yeni bir dil kurulduğunu hesaba katmadan Sünni düşüncenin hiçbir disiplinini anlaşılamaz. Dini düşüncenin gelişim sürecini en iyi görebileceğimiz alan kurulan bu yeni dil idi. Bu itibarla bu düşüncenin hemen her bahsinde şu veya bu ölçüde yeni dil inşasıyla karşılaşırız.
Sünni dilin teşekkül evresindeki ilk rakipler vahyi kabul etmeyen akımlar olsa bile zamanla kendisine daha yakın ve bazen dahili rakipler belirlemiştir. Hiç kuşkusuz dini düşüncenin en güçlü ve asıl rakibi vahyi-nübüvveti kabul etmeyen akımlardı. Bu akımlar bazen aklın veya sezginin/kabiliyetin yeterliliği gerekçesiyle nübüvveti çelişik sayarken bazen Tanrı'nın mutlak birliğini ileri sürerek vahyi hayali bir dil sayıyorlardı. Sünnilik farklı alanlarda bu akımlarla mücadele ederek nübüvvetin gerçekliğini ve ilahi kelamın varlığını savunmayı amaç edinmişti.
Bu noktada dikkatimizi çeken hususlardan birisi yeni dili oluşturma sürecinde kavramları inşa çabasıydı: Bunu hem dışardaki rakiplere karşı hem içerdeki rakiplere karşı dikkatli bir şekilde yapmaktaydı. Bu itibarla farklı gelenekler içindeki insanlar aynı kelimeyi veya kavramı kullanırlar, fakat tamamen ayrı anlamlarla konuşurlardı. Bir söz ile birden çok şey konuşulurdu; daha doğrusu herkes kendi anlayışına göre kelimeleri yorumlarken nadiren müşterek bir dilden ve anlamdan söz edebiliriz. Sünni düşüncede Allah, nübüvvet, vahiy veya yaratılış gibi bir kavramı kullanırken başka bir gelenekte veya dindekinden bazen tamamen bazen ise temelde kopmuş hakikatlerden söz ederiz. Abdülkerim el-Kuşeyri tasavvuf tarihindeki değişimi açıklarken aktardığı şu mısra tam da bu kavramsal değişimi izah eder:
Çadırları benim kabilemin çadırlarına çok benziyor
Lakin çadırlardaki kadınlar benim kabilemin kadınları değil
Bu mısra bir çok meseleyi açıklayabilecek yeterliliktedir, doğrusu! Mısra kabilesinden uzun bir müddet ayrıldıktan sonra geriye dönen birinin yaşadığı sıkıntıyı anlatıyor: Adam uzak bir yerden kabilesinin çadırlarını görüyor, seviniyor. Çadırlara yaklaştığında başka bir durumla karşılaşıyor: Çadırlardaki kadınlar kabilesinin kadınları değildir! Demek ki çadırlar başka bir kabilenin eline geçmiş, kabile değişmiş, aşina olduğu insanlar gitmiş, onların yerine başkaları gelmiştir. İnsanın bulunduğu umuttan sonra yaşadığı hayal kırıklığının nefis örneklerden birisidir bu.
Mısrada 'çadırlar' ile kast edilen lafızlar ve kelimelerdir. Lafızlar anlamları barındırır ve anlamlar sanki onlara yerleşen sakinler gibi misafir olarak orada bulunurlar. Bu itibarla çadırlar yerine bazen kuyu tabiri de kullanılır ki özellikle usul ilminde 'kuyudan su çekmek' (istinbat) dini bilginin lafızdan çıkartılmasını ifade eder. Bu meyanda zahir, resim vb. bir çok tabir lafız yerine kullanılabilir. Burada dikkatimizi çeken husus şudur: Lafız hiçbir zaman kendisine yüklenen anlamları belirlemiyor. Lafzın sözlük anlamı olsa bile zaman içinde terim anlam öne çıkarak yeni bir dil inşa ediliyor. Dil canlı bir yapıdır ve anlamlar gittikçe değişiyor, gelişiyor; bazen lafız aynı kalırken terimsel anlam tamamen değişiyor. Kuşeyri'nin mısraı bunu 'çadırdaki kadınların değişmesi' diyor. Sünni düşünce çadırdaki kadınları değiştirerek yeni bir dil kuruyor.
Günümüzde İslam düşüncesi üzerindeki araştırmalarda dikkate alınması gereken en önemli konulardan birisi 'çadırlar' ve 'çadırlarda yaşayanlar' üzerinden bu dildeki değişimdir. Dildeki değişimi hesaba katmamak sünni aklı anlamamak demektir.