Müslümanlık başlangıçta Arapların içtimai hayatlarından ve geleneklerinden koparak ortaya çıkmış olsa bile zamanla belli başlı bir gelenek teşkil etti. Üstelik bu gelenek gittiği yerlerdeki örflerle karışarak daha karmaşık yapılar kazandı. Günümüzde birçok Müslüman için dindarlık ve dine bağlılık, gelenek ve örflere bağlılık anlamına gelir. İslam hukukunda 'Medinelilerin ameli' tabiri başta olmak üzere, örfe dair atıflar vakıayı kabulden neşet ediyor. Bu nedenle de dünyanın birçok yerinde din geleneklerle ve göreneklerle ilgili bir şey veya onların parçası kabul ediliyor. Üzerinde dikkatle durulması gereken konulardan birisi gelenek ile dinin ilişkisidir. Özellikle farklı gelenekler sünnet üzerinden dine dahil olma imkanı bulunca, daha güçlü ve sürdürülebilir bir varlık kazanmıştır. Bunu dinin geleneği takdisi veya yüceltmesi olarak görebiliriz. Bu süreç içinde gelenek dini araç haline getirerek kendi var oluş alanını genişletir. Öteden beri dini hayatın ve düşüncenin yenilenmesini savunanlar dikkatimizi sünnete ve nasların tevil sorununa çekerler: Birincisi örf ve ananelere karşı sünnetin ve hadislerin korunması bahsidir. Bu meyanda dikkate değer kavramlardan birisi bidat olabilir. Bidat haddi zatında yenilik anlamına gelse bile anlamı onunla sınırlı değildir. Bidat sünnetin yerini alan geçmiş veya yeni her uygulamanın müşterek adıdır. Bu itibarla sünnetin geleneğe karşı korunması veya hadislerin atasözü ve deyimlerden ayrıştırılması hadis ilminin ortaya çıkmasının nedenlerindendi. İmam Gazali'nin tecdidinde biz bu tavrı görebiliriz. Buna mukabil ikinci mesele ise tevil veya yorumlarla dini hayatın asıldan sapmasıdır. İkinci tavrı daha çok nazari-metafizik ekollerde bilhassa İbnü'l-Arabi'de görmekteyiz. İbnü'l-Arabi başta fıkıh ve kelam olmak üzere din bilimlerinin içtihat ve tevillerle nasları daralttıklarını söyleyerek tecdidin daha önceki asırlarda yapılan tevilin –ki bir önceki zamanın örfü demektir- aşılması sayar. Günümüzde de bu sorun devam etmektedir: Müslüman toplumların gelenekleriyle sünnet arasındaki ilişkinin tespiti dini olan ile kültürel olanın yarıştırılmasında en mühim konudur. Din geleneklerin yükünü çekmek zorunda olmadığı gibi ondan beslenmeye ve himaye görmeye de ihtiyaç duymamalıdır.
Geleneksel olan ile sünnetin karıştırıldığı alanlardan birisi alternatif tedavi yöntemleriyle sünnet arasında kurulan ölçüsüz ve mesnetsiz ilişkidir. 'Nebevi tıp' diye tabir edilen şey üzerinde hadis alimlerinin başta olmak üzere, fıkıh ve öteki ilahiyat disiplinlerinin durması gerekir. Her köşe başında açılan yerlerde 'nebevi tıp' ile ilişkilendirilen yöntemlerin sünnet ile ilişkisi nereden geliyor, bunu delillendirmek gerekir. Hz. Peygamber'in insan sağlığı hakkında hadisler söylemiş olması muhtemeldir. Lakin böyle hadislerin varlığı 'nebevi tıp' diye bir tabiri meşru kılar mı, bunu konuşmak lazımdır. Bu meyanda her hadisin hükme konu olmayacağını unutmamak gerekirken hadisler arasında bir tasnif ve derecelemenin usul ilminin gereği olduğunu da akılda tutmak lazımdır. Günümüzde bu alanda ve birçok konuda karşılaşılan ciddi hatalardan birisi, hadisin varlığı ile hüküm tespiti arasında zorunlu irtibat kurmadır.
Nebevi tıp bahsi sadece fıkıh ve hadis gibi din bilimleri üzerinden karara bağlanabilecek bir mesele değildir. Bu meyanda İslam'ın yayılış devrindeki bilim ve düşünceyle ilişkisini hesaba katarak meseleye bakmamız lazımdır. Müslümanlık haddi zatında çevresindeki tıbbın da içinde olduğu doğa teorileriyle mücadele ederek bir evren ve insan telakkisi ortaya koymaya çalıştı. Kadim-Grek felsefesinden müktebes doğa teorileriyle Müslüman düşünürler arasında yaşanan çatışmaları hesaba katmadan 'nebevi tıp' tabirini kullanmak çelişkilere düşürür. Bu nedenle sormak gerekir: Hz. Peygamber'i tabip olarak görmek mümkün olabilir mi? Akla ilk gelen mesele böyle bir durumda birçok hadisi veya uygulamayı 'tabibin sözleri' olarak yorumlama ihtimalinin doğmasıdır. Örnek sadedinde İmam Gazali'nin taharetten söz eden hadisi tahlilini hatırlayabiliriz: Hz. Peygamber iman ve temizlik ilişkisini anlatırken 'temizlik imandandır' buyurdu. Bu anlama gelebilecek birçok hadis vardır. Şimdi böyle bir hadis bize ne anlatır? Hz. Peygamber aynı zamanda bir tabip ise hadisin birinci veya ikinci yorumunda temizlik ve sağlık ilişkisine geçmemiz kaçınılmazdır. Veya sağlık ve oruç tutmak arasındaki irtibattan söz eden hadisi ele alırsak, nasıl bir sonuca varırız? Gazali erken tarihten itibaren müslümanların böyle hadisleri beden temizliğine odaklanarak yorumladıklarına dikkatimizi çeker. Bu yaklaşım hadisin hayatın ihtiyaçlarına göre yorumlanmasıdır. Gazali'ye göre hadis haddi zatında beden temizliğiyle ilgili değil, kalp ve iç temizliğiyle ilgilidir; nitekim sahabe de hadisi öyle anlamıştır. Sahabe bu hadisi öğrendiğinde dikkatini beden temizliğinden daha çok kalp temizliğine vermişti. Benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür. Demek ki Gazali'nin 'tecdit anlayışında' temizlik hadisini beden temizliğine yorumlamak ve oradan sağlığa geçmek zorlama sayılmıştır.
Peki Hz. Peygamber insanın beden sağlığı hakkında bize bilgi vermemiş midir? Vermiştir, hiç kuşkusuz: Bunları iki kısımda tasnif etmek mümkündür: Birincisi önleyici sağlık kapsamında az ve helal yemek gibi tedbirler, öfkelenmek ve kaygılanma gibi konulardaki uyarılarıdır. Bunlar ahlaki düsturlardır ve dolaylı olarak beden sağlığıyla da ilgilidirler. Bunun yanı sıra bazı bitkilerle ilgili özel sözleri de akla gelebilir. Öte yandan 'hastalara okumak' sünnette bulunabilecek yöntemdir. Bununla birlikte bir husus daha vardır ki ona 'şifacı gelenek' dememiz mümkündür. Bazı insanlardaki -Allah vergisi- kabiliyet belirli hastalıklara şifa olabilir. Böyle insanlar din içinde de bulunabilir (mesela tarikatlarda), dinden bağımsız olarak bulunabilirler. Özel kabiliyet meselesi bir silsile teşkil etse bile nebevi olandan ayrı değerlendirilmesi gereken konudur.
Hal böyleyken geleneksel tıbbın bazı yöntemlerine 'nebevi tıp' sıfatını vermek dinin tabiat ve insan telakkisini göz ardı etmek demektir.