Bugünlerde, aileye neler oluyor sorusu, hepimizin kafasını oldukça meşgul ediyor. Bu soruya cevap aramak üzere doğrudan "ev"in içine baksak ve bunun için hayali bir ev ziyareti yapsak nelerle karşılaşırdık acaba?
Büyükçe binalardan birinden içeri süzülüp bir eve ulaşmaya çalışalım. Yüksekçe bir kapının ardında, birbirleri üzerine istiflenmiş bloklardan oluşan yapıya adımımızı atıp, katlar arasında seyahat etmemize yarayan demir düzeneğin içinde rastgele bir kata ulaşalım. Karşılıklı olarak iliştirilmiş tıpkı basım kapıları ile bir sofaya adımımızı atalım. Üzerindeki kapı numaraları, kapı önlerindeki paspasları, ayakkabıları, bisiklet, pazar arabası gibi eşyalar olmasa birbirinden ayrışamayacak olan evlerden birine, varlığımızı belli etmeden süzülelim.
İçeride bizi büyük ihtimalle çekirdek aile denen, anne-baba ve çocuk/lardan oluşan bir topluluk karşılayacaktır. Bu mekânda, büyükanne ve büyükbabalara rastlama olanağı sınırlıdır. Mekân, televizyon denen eğlence aygıtını merkeze alacak şekilde kurgulanmıştır. Salonda oturma düzeneğinin yanı sıra çoğunlukla bir yemek düzeni yer almaktadır. Diğer alanlar genellikle, ince uzun bir koridorun etrafına boncuk gibi dizilmiş yatma alanlarından ve evin geri kalanından oluşur.
Bu mekânda yaşamın akışını belirleyen şey çalışma ve eğitim saatleridir. Sabahın erken saatlerinde ev, çoğunlukla okula gidenlerin ve çalışanların ayrılışı ile ıssızlaşır. Evde kalanlar sıklıkla kadın ve bakıma ihtiyaç duyan, okula gitme yaşı gelmemiş çocuklardır. İş saatleri ve okul saatlerinin dayattığı kaide gereği akşama doğru ev yeniden şenlenir. Toprağa bağlı olmayan üretim ilişkilerinin içinden çıkan çalışan/lar uzun yolculuklar yaparak, okul çağındakiler de pek az şey öğrenmiş fakat evin dışında uzun saatler geçirmiş olarak evlerine dönerler. Akşam yemeği saati aile fertlerinin bir araya gelme ihtimalinin en yüksek olduğu saatlerdir. Bu saatler, eldeki cep telefonlarının ve televizyon yayınının imkan verdiği ölçüde ailenin bütünlüğünü sağlayan ortak vakitlerin ve anıların oluşmasına hizmet ederler. Ailenin fertlerinin giderek artan oranda bu imkan yerine cep telefonu ve televizyon yayını ile vakit geçirdiği göze çarpsa da aynı mekanın paylaşılması potansiyel olarak böyle bir birlikteliğe işaret eder.
Ertesi gün üretim ilişkilerine yeniden katılacak fertler, yemek sonrasını, günün yorgunluğundan ve karmaşık trafiğin bezdiriciliğinden kurtulmak için, televizyon başında yahut cep telefonlarındaki içeriklerle rehabilite olmaya çalışarak geçirirler. Çünkü insan bedenini fazlasıyla zorlayan günlük tempo, kişinin anlam arayışına çoğunlukla bir katkı sunmaz, bu da bezginlik duygusu ile fertleri doldurur. Bedensel olarak yorulmuş ve ruhen gıdasız kalmış bir insanın hayatına anlam katacak bir etkinliği başlatabilmesi zor olacağı için elde kalan tek şey, kendisine sunulan içerikleri pasif şekilde, sorgulamadan tüketmesi olacaktır. Bu pasif maruz kalma hali belli bir saatten sonra televizyon içeriklerinin değişmesi ile son bulacak, artık yatma saatinin geldiği dört koldan hissettirilecektir, çünkü aile fertlerinin ertesi gün yeniden katılacakları üretim ilişkileri için hazır olmaları gerekmektedir. Sabah olduğunda döngü aynı şekilde yeniden başlayacaktır.
Üretim ilişkilerinin merkeziliği
Görüldüğü gibi bu yaşam biçiminin merkezinde üretim ilişkileri yer almaktadır. Sabah uyanma, evden ayrılma, yolda geçirilen süre, eve dönüş saati, akşam yemeğinin, eğlencenin ve yatış saatinin patronu bu ilişkilerdir. Aile adı verilen bu topluluğun bir araya gelişinin temelinde de üretim ilişkilerinin sürdürülmesi yer almaktadır. Her bir ferdin görevi bu ilişkinin kesintisiz şekilde sürdürülmesine hizmet etmektir. Patron, evden önce babayı talep eder. Evin dışında ve topraktan koparılarak çalıştırılan babaya evinin geçimini sağlamaya zorlukla yetecek bir ücret ödenir. Bu esnada aileye katılan yeni fertlerin bakımı bir problem olarak ortaya çıktığı için kadına evin içi ve çocukların yetiştirilmesi hedef olarak gösterilir. Kadın, erkeğin daha etkin çalış-tırılabilmesi için evin içini mümkün olduğunca sorunsuz bir alan haline getirmelidir. Kadın, ücretsiz olarak, evin aslında oldukça ağır olan işlerini ve yine emek yoğun bir başka iş olan çocuk bakımını tek başına yüklenir. Bu esnada erkeğe de kadına da ayrı bir manevi anlam dünyası inşa edilir. Hangi üretim ilişkileri içinde, neye rağmen ve kimin için çalıştığını sorgulamadan, "çalışmak" kendinden menkul bir kıymet olarak erkeğin dünyasında yerini alır. Tarihte daha önce var olmamış bir kavram olan "ev kadını" kavramı üretilerek kadının da ev içindeki ücretsiz çalışması fedakarlık ve kutsallık ile süslenerek kadının dünyasında yerini alır. Çocukların kırlarda, bayırlarda koşturarak, bir mahallenin imkanları içinde, mümkün olan en fazla sayıda insana temas ederek ve baba terbiyesinden geçerek büyüme hakları ise tamamen yok sayılır. Bedenlerinin büyümesi için sağlıklı/sağlıksız, hormonlu/hormonsuz gıdalarla şişirilen çocukların ruhları, terbiyeleri, ahlakları televizyon vb. teknolojilere emanet edilir. Onlardan tek beklenen bedenleri yeterince büyüdüğünde aynı üretim ilişkileri içinde anne-babaları gibi sorgusuz, sualsiz yer almaları olacaktır.
Ailenin orijinal kurgusu
Oysa aile, ortaya çıktığı ilk günden bu yana insanların sevgi ve dayanışma ihtiyacını karşılamış, fedakarlık üzerine inşa edilmiş ve en temel motivasyonu yeni nesillerin güvenilir şekilde yetiştirilmesi olan insanlık tarihinin ilk kurumudur. Bu kurumu alıp, kapitalist üretim ilişkilerini mümkün kılacak şekilde işlevselleştirmek modern çağlarla birlikte insanlığa atılmış en büyük kazık olmuştur. İnsanlar insiyaki olarak aile kurmaya davrandıkça, onlara "doğru" yaşam biçiminin ne olduğunu öğreten kitaplar, filmler, kültürel ürünler ortaya çıkarak aile kurumunu ters yüz etmiştir. En temel işlevi sevgi ve bağlılık ihtiyacını gidermek ve yeni nesilleri güvenle yetiştirmek olan aile ne sevgi ve bağlılık ihtiyacını giderebilmektedir ne de yeni nesilleri güvenle yetiştirebilmektedir. Atomize olan ve her biri kendi ihtiyaçlarının peşinden koşan yahut bakım verilmediği için mağdur olan aile bireylerini bir arada tutan tek şey kapitalist üretim ilişkileri içinde oynadıkları roldür. Bu rolü sorgulamadan oynamak üzere bütün toplum formatlanmıştır. Aksi bir dünyanın mümkün olabileceğine dair hiçbir düşüncenin ailenin yaşadığı mekana girmesine izin verilmez.
Nereye gidiyoruz?
Son yıllarda bu yaşam formunun da ortadan kaldırılmak istendiğine dair deliller ortaya çıkmaya başlamıştır. Gelişen teknoloji ile robotların üretim bantlarında insanların yerini almaya başlaması ile artık cari üretim ilişkilerinin devamı için daha az sayıda insanın yeterli olduğu bir dünyaya doğru yol alıyoruz. Büyük patronun, artık insanların çoğalmasına değil, aksine azalmasına ihtiyacı var. Bu nedenle nesil yetiştirmeyen, kabuklar halinde insan bedenleri yetiştiren ailemsi yapının da tasfiye edilmesi gerekiyor, zira nüfusun artmasına gerek yok. İnsanların aile olma güdüsünü, kapitalist üretim ilişkilerinin çıkarları doğrultusunda maniple eden sistem, şimdi de ailenin anlamsızlığı üzerine uzun nutuklar atıp, aile duygusuna zarar verecek örnekleri parlatıyor. İnsanlar şekilsel bir birlikteliğin içinde olduklarını bilinçaltı düzeyde hissettikleri, sevgi ve bağlılık ihtiyaçlarının hiçbir şekilde tatmin olmadığını bildikleri için bu yeni anlatıya çok kolay meylediyorlar. Böylece bir tarafta her geçen gün bu anlatının büyüsüne kapılarak hareket eden kitleler, diğer tarafta ise ailenin geleceğine dair kaygılarla dolup taşan endişeli insanlar ortaya çıkıyor. Oysa iki yüz yıldır iyice incele incele hayatımızda yerini alan bir büyük gerçek var. Aile kabul etsek de etmek istemesek de modernleşme ile birlikte ortadan kalktı. Sistemin efendileri, sahtesini yaptıkları bir oyuncakla bizleri iki yüz yıldır avutuyorlar. Bu oyuncak, kapitalist üretim ilişkilerini önceliyor, o ihtiyaca göre şekil alıyor ve en masum fertlerini bile en temel haklarından mahrum ederek varlığını sürdürüyor. Mutluluğun peşinde, hep kendisinde hatayı arayarak, mutlu aile yuvasına bir gün kavuşacağını düşünen insanların umutları ve çabaları ile de sahte varlığını semirtiyor. Kısacası bu "aile!" aslında çalışmıyor.
Şimdi ise sistemin efendileri, hayali ile hepimizi avutarak kendi çıkarlarına hizmetkar ettikleri ailenin cenazesini kaldırmaya karar verdiler. Kapıldığımız dehşetin sebebi, örtüsünü kaldırıp baktığımız cesedin çürüyen yüzü. Şayet tarihi tecrübemizden hareketle toplumsal yapımızın temelinde aile yapımızın olduğunu teşhis ediyorsak, işe önce ailenin çok uzun zaman önce elimizden alındığını kavrayarak başlamamız gerekiyor. Faiz ve sömürü üzerine kurulu üretim ilişkilerinin bir parçası olarak apartmanlarda sürdürdüğümüz yaşantı değişmeden sevgi, bağlılık ihtiyacımızı karşılayacak, fedakarlık üzerinde yükselecek, yeni nesilleri güvenle yetiştirecek aileyi yeniden inşa etmemiz mümkün olmayacak. Kadınlar çalışsın mı çalışmasın mı, nafaka olsun mu olmasın mı, aileyi hangi hukuka göre parçalayalım gibi bizim olmayan soruların peşinde, dinimizi, kitabımızı araçsallaştırmak pahasına, başkalarının kavgasını neden biz veriyoruz? Neden, erkekler de bu sistem içinde çalışsın mı, sorusunu sormuyoruz. Kadınlar işe giriyor, erkeklerin işlerini ellerinden alıyor demek yerine, kadınlar neden erkeklerin bile zorlandığı şartlarda, üstelik ev işlerini de sırtlarına alarak çalışmaya talip oluyorlar, bir kadının çalışması nasıl oluyor da benim ekmeğimi elimden alıyor, bizim ekmeğimiz neden bu kadar küçük, kim bizim kaynaklarımızı sömürüyor, ben neden bir parça toprağa sahip değilim, doğduğum andan itibaren bir konut hakkına sahip olduğumu söyleyen geleneğimi kim susturdu, ben neden, gün sonunda neyi ürettiğimi bile bilmeden, ürettiğim ürüne dokunamadan, bunu 'ben yaptım' diyerek eserime bakıp tatmin olmadan bir günü bitiriyorum ve hayatım neden bu kadar anlamdan yoksun, çocuklarım neden beni görmeden, beni hissetmeden, beni tanımadan büyümek zorundalar, hayatımı benim koymadığım, ibadetlerimi, kutsal günlerimi yok sayan mesai saatlerine, tatil günlerine göre kim organize etti, bu kuralları kim koydu, gibi soruları sormuyoruz.
Bu soruları sormaya başladığımız zaman son iki yüzyılda her geçen gün kılcallarımıza kadar işleyen, bizi kendi varlığının dışında her şeye kör, sağır bırakan ve başka bir dünyanın mümkün olabileceğine dair düşünmemize bile olanak vermeyen "yeni dünya" düzeneğini teşhis etmeye başlayacağız. Bu düzeneği teşhis ettiğimizde, başta böğrümüzden söküp aldıkları ailemiz olmak üzere, bütün değerlerimizin ve koskoca bir yaşam biçiminin eksikliğinin fark edecek, kaybımızı kabul edeceğiz. Neyi kaybettiğini bilmek, onu bulmanın ilk adımı olacaktır. İnşallah…
Fatmanur Altun