Geçen haftayı KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı'nın yaptığı, o adı ve soyadı taşıyan birine hiç yakışmayacak talihsiz ve incitici açıklamayı tartışarak geçirdik. Başta siyasiler olmak üzere gereken cevabı Türkiye'de ve KKTC'de fazlasıyla aldı ve alacak. Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden bir zatın çevresinde kendisine Türkiye'nin içinde bulunmuş olduğu şu ortamda böyle lakırdılar etmesinin ne siyaseten ne de ahlaken doğru olduğunu söyleyecek bir Allah'ın kulu yok muydu? Ona üstelik yazılı yaptığı bu açıklamanın Türkiye'de PKK/YPG'nin savunulması anlamına geleceğini, kamuoyunda büyük tepki çekeceğini hatırlatacak bir danışmanın olmaması bir başka fecaat. Var da uyarılmasına rağmen bu açıklamaları yaptıysa o zaman burada söylemeye dilimin varmadığı başka bir durum söz konusu ki o daha da beter.
Sayın Akıncı eğer "Adı barış olsa da akan kandır" ifadesinin de olduğu o talihsiz açıklamayı inanarak yapmışsa ne Türkiye'yi ne de dünyayı tanıyor demektir. Siyaseten taraf olarak söylediyse bunun Türkiye karşıtlığına tekabül edeceğini ve Türkiye tarafından da ihanet gibi görüleceğini bilmemesi ki en azından ben böyle olduğuna inanmak istiyorum, hem Kıbrıs Türkünün hem de bizim üzerinde uzun uzun düşünmemiz ve değerlendirmemiz gereken bir durum.
İçimizde bazılarımız ileri giderek cevap sadedinde Kıbrıs Türkünün hak etmediği incitici ve küçültücü birtakım ifadelerde bulundular. Akıncı'ya cevap sadedinde söylenilen ne ahlaka ne de vicdana sığacak türden olan sözler bizleri mahcup etti ve bizim Kıbrıs'ı ve Kıbrıs Türkünü yeterince tanımadığımızı gösterdi.
AKDENİZ'İN İNCİSİ: KIBRIS
Türkiye'de Kıbrıs deyince maalesef ilk akla gelen şey deniz ve gazino. Bir de son yıllarda giden öğrencilerin sayısı azalsa da üniversite. Aslında bu Kıbrıs için büyük haksızlık olduğu kadar bizim için de bir utanç vesilesi. Çünkü Kıbrıs deniz ve gazinodan çok daha fazlası ve maalesef bunlar Türkiye'de pek bilinmiyor.
Çok eski bir yerleşim merkezi olan Kıbrıs'ta büyük bir tarih ve güzel bir coğrafya var. İsa'dan önce 10.000'e kadar gidiyor yerleşimi. Dünya tarihinin merkezi olan bir bölgede bulunan Kıbrıs'ta Asurlar, Mısır, Persler, Roma (İÖ 58-İS 395), Bizans (395-1185), Emeviler ve Abbasiler (649-969), Lusignanlar (1196-1489), Venedikler (1489-1571), Osmanlılar (1571-1878) ve İngilizler (1878-1948) hüküm sürmüş bir süre. 1960'ta Kıbrıs Cumhuriyeti kurulunca egemenlik Rumlar ve Türklere geçer ancak Rumlar bunu hazmedemez ve Türklere karşı psikolojik sonra özellikle 1963'ten sonra fiili saldırılara başlarlar. Saldırılar dayanılmaz hale gelince Türkiye 1974'te dünyayı karşına alma pahasına müdahale ederek adaya selamet ve barış getirir. Fiili olarak ikiye bölünen ada resmen de ikiye bölünür, güneydeki Türkler kuzeye, kuzeydeki Rumlar da güneye göç ederler. O kanların akması sonucu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurulur ve adada kan dökülmesinin önüne geçilir.
KIBRIS TÜRKÜNÜN ANADOLU TÜRKÜNDEN FARKI NEDİR?
Bu soruya birçok kişi hemen "hiçbir fark yoktur" cevabını verecektir. Evet, 1881'e kadar Anadolu Türkünden hiçbir farkı yoktu ama o tarihten sonra yavaş yavaş bir fark oluşmaya başladı. Bizim, Türkiyeli Türklerin anlamakta ve kabul etmekte güçlük çektiği nokta tam da budur. Bu fark Kıbrıs Türkünü Anadolu'dan koparacak kadar büyük değildir elbette. Neticede Kıbrıs Türkü de köken olarak Anadoluludur. Ama bir Karadenizli ile bir Trakyalı arasında ne kadar fark varsa Kıbrıs Türkü ile de o kadar fark vardır en azından. Buna ilaveten bir fark daha var. 1878-1960 yılları arasında yaşananlar Kıbrıs Türkünü farklılaştırmıştır biraz. Bu değişimi görmek için 1960 öncesi Kıbrıslılar ile 1970'lerden sonraki Kıbrıslıların aile fotoğraflarına bakmak kafidir.
İkinci bir Girit faciası yaşamak istemeyen Kıbrıs, destansı bir mücadele verdi. 1878'te, efendisi oldukları topraklarda azınlık durumuna düşen Kıbrıs Türkünü ve verdiği mücadeleyi anlamamız ve takdir etmemiz lazım. O tarihte, birkaç yıl öncesine kadar sahibi oldukları evde kiracı durumuna düşürüldüler ve evi boşaltmaları için görmedikleri baskı ve zulüm kalmadı. Ama onlar bu baskıya ve zulme boyun eğmediler, direndiler ve evi terk etmediler. Bir kısmı kaldığı odayı değiştirdi ama evi terk etmedi.
Kıbrıs'ın Türkleşmesi ve Kıbrıslı Türklerin adada kalması kolay olmadı. 1571'de alınırken de 1963-1974 arası savunurken de birçok şehit verdi Kıbrıs Türkü. Kıbrıs'ta aile büyükleri arasında şehit ve gazi olmayan bir fert bulamazsınız.
Azınlık olma ve yok edilme tehlikesi Kıbrıs Türkünün çelik gibi iradesine verilen su gibi oldu ve onları daha da kuvvetlendirdi. Dinlerini ve dillerini korudular. Onca baskıya, işsiz ve aşsız bırakılmaya rağmen vazgeçmediler, dayandılar, direndiler ve kazandılar. Eğitime önem verdiler, özellikle İngilizceyi çok iyi öğrendiler ve Batı Avrupa kültürü ile kaynaştılar. Sonuncusu çok iyi bir şey midir emin değilim. Her fırsatta Türkiye'yi hakaret ederek eleştirenlerin ve yabancı bir ülke gibi görenlerin diğer küresel ve bölgesel aktörlerden bu eleştirilerini esirgemesinin altında biraz bu eğitimin de rolü olduğunu düşünürüm. Öte yandan yörüklüğün saf ve temiz karakterini ve inancını da muhafaza ettiler. Bu inanç onları erimekten ve kaybolmaktan korudu. Barış harekatından sonra ise Kıbrıs Türkü sıkı bir Kemalist eğitimden geçti ve bugünlere gelindi.
Bugün Kıbrıs Türkü artık büyüdüğünü, kendi kendini yönetmek istediğini ve kendisi ile ilgili kararları kendisinin vermek istediğini söylüyor. Lafını dinlemeyen evlada karşı kızan baba gibi davranan Türkiye artık bunu anlamalı. Şunu bilmeli ki her genç gibi olgunlaştığında babasının ne kadar haklı olduğunu anlayacak. Belki o gün; Kıbrıs Türk gençliğinin neden herhangi bir spor organizasyonuna alınmadığını, Fenerbahçe veya Galatasaray'ın Çetinkaya veya Yenicami futbol takımlarıyla neden maç yapamadığını, dünyanın herhangi bir yerinden kalkan uçağın Ercan'a neden inemediğini ve daha onlarca "kansız" ve "barış" temalı soruyu, babasına soru sorarken ki cesaretiyle bugün kan akıtıyorsunuz diyenlere, AB'ye ve dünyaya soracak. Belki daha da olgunlaşıp kötülüğün sadece kan akıtmaktan ibaret olmadığını, kimyasal silahlarla kansız bir şekilde kendi halkına karşı insanlık suçu işleyen Esed'i protesto edip tavır almanın, diplomasi retoriği olan ve hiçbir karşılığı olmayan kaypak "diyalog" çağrısından daha erdemli ve ilkeli bir davranış olduğunu anlayacak. Ve belki bir gün babasının dikkatini çekmenin tek yolunun "babanın canını yakmak" olmadığını, başarılı olması halinde de babanın dikkatini çekebileceğini ve göğsünü kabartabileceğini öğrenecek. Ve barış için son tercih olan "kan dökmenin" şairin;
Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz ü felâh;
Hazır ol cenge eğer ister isen sulh ü salâh.
şeklinde veciz bir şekilde ifade ettiği gibi bazen kaçınılmaz olduğunu, dünya durdukça "kötülerin" karşısında bunu göze alabilen "iyilerin" olması halinde ancak dünyanın yaşanılabilir bir yer olacağını ve barış olacağını anlayacak.
ARAYA MESAFE GİRDİ
Kıbrıs Türkü adım adım Türkiye'den uzaklaştırıldı ve uzaklaştırılıyor. Akıncı'nın açıklamaları sonucu yapılan hakaretler de maalesef bu aranın açılmasına hizmet ediyor. Türkçe ve Türklük dışında bizi tutan bağlar maalesef gün geçtikçe zayıflıyor. Bunun nedenleri sayfalarca anlatılabilir ve tartışılabilir. Tartışılmalı da. Ancak unutmamamız gereken bir şey var.
Nasıl Akıncı'nın açıklamaları bizi üzdü ve kızdırdıysa televizyonlarda ve sosyal medyada ikide bir sizi biz kurtardık, paranızı biz veriyoruz gibi aşağılayıcı ve onur kırıcı cümleler de Kıbrıs Türkünü üzüyor ve kırıyor. Bu dilin Kıbrıs Türkünün Türkiye ile olan bağını daha da zayıflaştırdığını görmemek ve fark etmemek mümkün değil. Ayrıca bu cümleler ne ahlaken ne de siyaseten doğru.
Mustafa Akıncı zaten hak ettiği cevabı Kıbrıs Türkünden fazlasıyla aldı, alıyor. Bu sözleriyle tarihte kendisinin hiç arzu etmediği şekilde anılacak. Biz de tepkimizi gösterdik, gösteriyoruz. Ama genelleme yapıp Kıbrıs Türkünün hak etmediği cümleleri kurmaya ne hakkımız var ne de yetkimiz.
Arakan'dan Şili'ye kadar dünyanın dört bir tarafındaki mazlumlara yardım etmekle bilinen Türkiye hemen yanı başımızdaki kardeşlerimiz katledilirken sessiz mi kalacaktı? Bizim Kıbrıs Türküne hiçbir şekilde karşılık beklemeden yardım etmek hem görevimiz hem borcumuz. 1878'de önce İngilizin sonra Rumun insafına bırakılmak Kıbrıs Türkünün tercihi ve kararı değildi. O zaman onları dara düştüklerinde kurtarmak ve yardım etmek de bizim görevimiz ve sorumluluğumuz. İhtiyaç duyulduğunda yardım edeceğiz ama bunu değil dile getirmek imasında bile bulunmayacağız.
Türkiye maalesef Kıbrıs konusunda yeterince bilgi sahibi değil. Üzücü olan oraya giden devlet görevlilerinin ve kimi yöneticilerin de bu konuda ortalama vatandaştan daha fazla bir şey bilmemesi ve kaldığı süre boyunca da öğrenememesi. Öğrenmek için zaman ayırmaması, önemsememesi ve bu tür kriz zamanlarında klişeleşmiş reaksiyonlar göstermesi bizi ümitsizliğe sevk ediyor.
İki şeyi unutmayalım. Lefkoşa halis muhlis ve her yönüyle bir Türk ve Osmanlı şehridir. İkincisi de Türkiye'de Kıbrıs'tan daha çok Kıbrıs Türkü yaşar. Biraz dikkat ve özen lütfen.