Şu virüs olayının gösterdiği ve hatırlattığı güzel işlerden biri de ilmin ve uzmanlığın yeniden itibar görmesi oldu. Konunun uzmanlarından oluşan Bilim Kurulu'nun aldığı kararların hükümet tarafından dikkate alınması ve uygulanması bence bilim-siyaset ilişkisinin nasıl olması gerektiğini gösteren güzel bir örnek.
Tam olarak benzer mi bilmem ama bilim adamı-siyasetçi ilişkisine örnek olması bakımından aklıma gelen bir başka örneği paylaşayım.
Fetvayı gerektiren hallerde sultan bize sormalı
Melikşah döneminde geçer olay. Melikşah hilalin görünmesi üzerine bayram gününü ilan eder. Fakat devrin büyük alimlerinden Cüveynî ertesi gün de oruç tutulmasına karar verince Melikşah Cüveynî'yi sarayına davet eder ve kendisine neden böyle davrandığını sorar. Verdiği cevap aslında sultan ile ulema arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğini çok güzel anlatır:
Sultana ait işlerde ferman sultanımızındır. Fakat fetvayı gerektiren hallerde sultanımızın bize sorması gerekir. Ferman sultanımızın, fetva bizimdir.
Melikşah bu sözleri üzerine Cüveynî'nin fetvası üzerine amel eder ve şunu çok iyi öğrenir. Bayramın ne zaman olacağına ulema karar verir, bayramın nasıl kutlanacağına ise siyasetçi.
Nasıl bir akademisyen?
Bugün bilim adamı yerine daha çok akademisyen veya üniversite hocasını kullanıyoruz. Bir kişinin akademisyen sayılması için şu üç vasfa sahip olması gerekiyor:
1. Bir alanda uzman olmak, o alanı çok iyi bilmek.
2. Uzmanı olduğu alanda yeni şeyler söyleyebilecek ve yapabilecek kadar vasatın üzerinde bir zekaya sahip olmak,
3. En önemlisi ise zekasıyla ve bilgisiyle ürettiği bilgiyi, hakkın ve ilmin hatırını kendisine zarar verecek olsa bile her şeyden üstün tutmak. İnanarak söylemesi, söylediklerine inanması ise onun samimiyet ölçüsü. Buna eskiler 'hâli ile kâli bir olmak' diyorlar. Hâli ile kâli bir olan ilim sahiplerinin hakikat hatırına söylediklerini, yazdıklarını, hoşlarına gitmese bile saygı duymayacak, ciddiye almayacak hiç kimse yoktur.
Nizâmülmülk'e göre muteber alim
Nizâmülmülk ilme ve ilim adamına çok değer veren bir vezir olduğu için meclisinden ulema eksik olmazmış. Meclisine bir alim girdiğinde mutlaka kendisine bir çeki düzen verirmiş. Ebu Kasım Kuşeyrî ve Cüveynî geldiğinde ayağa kalkarmış, daha sonra kürsüsüne oturmaya devam edermiş. Ancak Ebu Ali el-Fâremedî girince ona doğru ilerler, alır kendi yerine oturturmuş.
Cüveynî birgün Nizamülmülk'e bunun nedenini sormuş:
Efendim, şu şu ilimlerde üstad olan Ebu'l-Kasım huzurunuza girince neden ona Fâremedî'ye gösterdiğiniz hürmeti göstermiyorsunuz?
Sen, Ebu'l-Kâsım ve diğerleri geldiğinizde bende olmayan sıfatlarla beni övüyorsunuz, yaptığım işleri methediyorsunuz. Bu da bende kibre neden oluyor. Ama Fâremedi geldiğinde kusurlarımı ve yaptığım hataları yüzüme söylüyor ve ben de kötü işler yapmaktan kurtuluyorum.
Fâremedî ilmin hakikatini her şeyin üzerinde tutan bir alim. Hiç şüphesiz diğerleri de büyük alimlerdi. Ama Fâremedî gibi düşüncelerini açıkça söylemekten imtina ediyor olmalılar.
Akıllı devlet adamı ve yöneticiler, Nizamülmülk gibi çevrelerinde, kendisini öven değil, hatalarını söyleyen alimleri görmek isterler. Böyle alimler çevrelerinde saygı uyandırır ve ilmin itibarını yükseltir.
Molla Lütfi
Devrinin büyük alimlerinden ve Fatih'in sohbet arkadaşı, hafız-ı kütübü Molla Lütfi mesela. Taşköprizâde Şakâyık'ında anlatır:
Kemalpaşazâde henüz genç bir subay iken şahit olduğu bir manzara üzerine seyfiyeden ilmiyeye geçmeye karar verir. Meşhur ve kudretli sadrazam Çandarlı İbrâhim Paşa'nın meclisine o zamanlar daha 30 akçe ile Filibe müderrisi olan Molla Lutfî'nin gelmesi ile ünlü akıncı kumandanı Evrenosoğlu Ahmed'in ve Paşa'nın ayağa kalkması ve meclisin sadrı dediğimiz en büyüğüne ayrılan yere oturması Kemalpaşazâde'yi çok etkiler. Ulemânın ümerâdan daha çok itibar gördüğüne şâhit olunca ilmiye sınıfına geçmeye karar verir. Ve Edirne'de Molla Lutfî'nin dersleri ile başlayan ilim yolculuğunu şeyhülislamlık makamı ile taçlandırır.
Bir ilim adamına gösterilen hürmet bir genci alim olmaya sevk eder.
Şemseddin Sivâsî
Maalesef her zaman Kemalpaşazâde gibi ilmiye sınıfına rağbet olmuyor ve bunun tam tersi durumlar da görülüyor. İlmiye sınıfındaki adamları görüp kaçanların hikayeleri de var. Birini nakledeyim.
Kadızadeliler-Sivâsîler olarak bilinen kavganın taraflarından Sivâsîlerin şeyhi Kara Şemseddin İstanbul'da tahsilini tamamlayıp müderrislik yapmaya başlar. Bir gün bulunduğu bir mecliste bazı müderris arkadaşları ilim haysiyetine yakışmayacak şekilde kazaskere yardakçılık ve yalakalık yaparlar. Kazasker de kendisine karşı riyakârca tabasbusta bulunan bu müderrisleri aşağılar ama müderrisler yarabbi şükür deyip ellerini yüzlerine götürürler.
Bu duruma şahit olan Sivâsî meclisi terk eder, meslektaşlarından utanır, Fâtih Camii'ne gider. Orada iki rek'at tövbe namazı kılar ve müderrisliği terk etmeye ve tasavvuf yoluna girmeye karar verir. Hacca gider ve dönüşünde de onu Sivasî yapacak macerayı yaşamaya başlar. Abdülmecid Şirvânî'ye intisapla on yıllık hizmetin ardından otuz beş yaşlarında hilâfet alıp Zile'ye döner. Sivas Valisi Hasan Paşa'nın, inşa ettirdiği Meydan Camii'nde (Yenicami) hala vâazlarıyla tenvir ederken kurduğu tekkede de muhiplerini irşâda başlar.
Bir tarafta ilmiye sınıfının itibarını görüp müderris olmaya karar veren Şeyhülislam Kemalpaşazade, diğer tarafta müderrislerin insana yakışmayacak tavırlarını görüp müderrislikten kaçar gibi uzaklaşıp tekkeye sığınan Şeyh Şemseddin Sivâsî.
Keçecizade Molla İzzet Efendi şu beyti herhalde Sivâsî'nin gördüğü alimler için söylemiş olsa gerek:
Meşhûrdur fısk ile olmaz cihân harâb
Eyler ânı müdâhene-i âlimân harâb
Hükümet, sadece hakikatin hatırına konuşacak bilim adamlarına saygı duyacak, ilim adamları da fermanın hükümette olduğunu unutmayacak. Bize hakkın hakikatın hatırını halkın hatırından üstün tutacak faziletli alimler, hocalar lazım, vesselam.
Sormazsam şişerim. Sizce günümüzde Molla Lütfi gibiler mi çok yoksa Sivasî'yi meslekten kopartanlar gibiler mi?
İsmail Güleç