Bir arkadaşımın paylaşması ile haberdar olduğum, internette biraz dolaşınca epeyce yaygın olduğunu gördüğüm ve daha önce başka örneklerine de tesadüf ettiğim, hiçbir şekilde anlam veremediğim ve açıklayamadığım bir hususu sizinle paylaşmak istiyorum.
Arkadaşımın paylaştığı bilgi şu:
"Hazret-i Peygamber'den ve İslâmiyet'ten çok önce, Anadolu'nun büyük tanrıçası Kybele, Mekke'ye götürülerek tapınmak üzere Kâbe'ye konulmuştu. Namazdaki "kıble" sözü Anadolu tanrıçası Kybele'nin adıdır." (Halirkarnas Balıkçısı, Anadolu Efsaneleri)
Bu bilginin altında da hesap sahibi gazeteci-yazar şu cümleyi eklemiş: "Bilgi, güçtür. Cehâlet en kötüsüdür."
Bunu, bir genç veya adı sanı duyulmamış biri paylaşsa hiç umursamayacak, gülüp geçecektim. Ancak binlerce takipçisi olan bir gazeteci ve uzman paylaşınca dayanamadım.
Gazeteci uzman, bu mesajında, Kâbe'yi kıble edinenleri cahil olmakla, nereyi kıble ettiklerini ve kıblenin anlamını bilmemekle suçluyor. "Üstüne bilgi güçtür, cehâlet en kötüsüdür" diye de kendinden emin bir şekilde aşağılıyor. Madem;
Bir yerde ki cehl hükümrândır
Ol yerde ziyâ-yı hak nihândır
Demiş şâir. Biz de nihân olanı âşikâr etmeye gayret edelim. Fuzûlî merhûm her ne kadar;
Kemâl-i cehl ile da'vâ-yı irfân eylemek olmaz
Demiş olsa da biz hakîkat adına dava edelim. Ama şu kadarcık kısa bir yazıya, bu kadar çok bilgi ve mantık hatası sığdırmayı başaran bir yazıyı paylaştıktan sonra muhataplarını cehâletle itham eden biri karşısında ne diyeceğimi bilmiyorum. Kişinin kanaatinin değişeceğine inanmasam da gördüğüm yanlış ve eksik bilgileri düzeltmeye çalışayım.
Kâbe'deki putlar
Kâbe'nin ne zaman ve nasıl inşâ edildiği muteber tarih kitaplarında apaçık yazılıdır. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi'ndeki "Kâbe" maddesi bize, tüm bilgileri derli toplu sunuyor. Maddede verilen bilgilerden daha fazlasını isteyenlere de Ziyaüddin Serdar'ın Mukaddes Belge Mekke'sini tavsiye ederim.
Arapların putlara tapması M. Ö. 5. Asra kadar gider. Ancak Kâbe'nin içine putların konulması Cahiliye dönemi Arapları ile başlar. Mekke, M. S. dördüncü asırda başlayan ve Hz. Peygamber'in de büyük büyük dedesi olan Kusay zamanında önemli bir merkez haline gelir. Kusay, Kureyş'in Araplar arasında üstün bir yere gelmesi, Arap kabilelerin de Kâbe'ye hürmet göstermesi ve ziyaret etmesi için bir politika geliştirir. Arapların büyük putları, Hubel, Lat, Menat ve Uzza'nın yanında, her Arap kabilesinin kendi putunu koymasını teşvik eder. Böylece kabileler ile Kâbe arasında manevi bir bağlılık oluşacaktır. Bu bağlılık ise kabilelerin Mekke'yi ziyaretlerinin devamlılığını sağlarken Kureyş'i de Araplar arasında müstesna bir mevkie getirecektir.
Mekkeli müşrikler, Kâbe'yi ve etrafını putlarla doldurmalarına rağmen hiçbir zaman orayı putların evi olarak isimlendirmedi, daima 'Beytullah' olarak gördüler. Bununla birlikte kendilerini Allah'a yaklaştırdığına inandıkları putlara kurban kesip dua etmekten de vazgeçmediler.
Tarihi, M. Ö. 7-6. binlere kadar götürülen ve Roma'yı da etkileyen Tanrıça Kıbele'nin ve heykelinin M. Ö. 4. asırda, bırakın Kıbele'yi, yaşadıkları devrin inanışları hakkında bile yeterli bilgiye sahip olmayan Arap kabilelerinin alıp koyduğunu düşünmek nasıl bir mantık ile ileri sürülebilir, anlayabilmiş değilim.
Peki Kıbele ile Kâbe arasında ilişki nereden geliyor. Zannımca Hubel isminin Arapça olmaması ve Kıbele'nin Arapçalaşmış hali olarak düşünüldü. Bir seyahatinde, Suriye'nin Belkā bölgesindeki Meâb'da halkın putlara taptığını gören Amr b. Lühay neden putlara taptıklarını sorar. "Bunlar bizim tanrılarımızdır, düşmanlarımıza karşı zafer kazanmak için onlardan yardım isteriz, bize yardım ederler; kuraklıkta yağmur isteriz, yağdırırlar" cevabını alınca onlardan Hübel adlı bir put alarak Mekke'ye getirir. Amr b. Lühayy'in teşvikiyle Araplar arasında Hübel'e tapınma başlar. Hem Anadolu'ya yakın bir bölgeden gelmesi, hem Arapçaya dışarıdan girmiş bir kelime olmasından dolayı Hubel'in Kıbele'den gelmiş olma ihtimali daha makul. Ama bu görüşün de ne kadar doğru olduğunu bilmiyoruz.
Kıble Kıbele'den mi?
Dile getirilen ikinci iddia 'kıble' sözcüğünün Kıbele'den geldiği. Kıble, Arapça sözlüklerde 'kıbele' fiilinden üretilmiş bir isim. Şâir;
Bir lügat bilmek bütün dünyâya değer
Sözünü boşuna dememiş olmalı diye düşünüp lügate baktık. 'Kıbele' fiilinin lügatteki karşılığı şöyle:
- Almak, benimsemek, misafir etmek,
- Yüz yüze gelmek, yüzünü dönmek, yüzleşmek,
- İki gözün bakışlarının birbirine meyilli ve nazır olması,
- Bir yeri önüne almak,
- Bir sözü kabul etmek, tasdik etmek.
Bu fiilden türeyen kıble ise kıble, cihet, yön, dikkatlerin odak noktası ve Kâbe anlamlarında. Kâmûsü'l-Muhît'te ise kıbleye şu anlamlar verilmiş:
- Şol semt ve cihete ıtlâk olunur ki ona teveccühle namâz edâ oluna.
- Mutlak cihet manâsınadır.
- Kabe-i mükerreme'ye ıtlâk olunur.
- Her teveccüh ve istikbâl olunan nesneye ıtlâk olunur.
- Binâ nev'idir.
- Bir nesneye doğru yönelmek hâlet ve hey'etinden ibarettir. Badehu örfte yöneldiği mekâna ıtlâk olundu.
Van Kulu Sözlüğü'nde ise kıbleye, namazda yönelinen taraf ve cihet anlamları verilmiş. Kısaca "kıbele" fiili ile Tanrıça Kıbele arasında ilişki olduğuna dair en ufak bilgi yok elimizde. Diğer sözlüklerde de verilen anlam yukarıdakilerden farklı değil.
Bir husus daha var söylemem gereken. Müslümanların ilk kıblesi Kudüs'tü. Kâbe'den önce oraya dönerek namaz kılıyorlardı ve kıble kelimesini de kullanıyorlardı. Hatta kıblenin değiştiğini işaret eden âyetin vahy olunduğu mescide de Kıbleteyn mescidi adını verdiler. Bu arada, Müslümanların ilk kıblesi Kudüs için aynı iddianın neden dile getirilmediğini düşünmeden edemiyoruz.
Ne tarih kitaplarında ne de sözlüklerde herhangi bir bilgi bulunmamasına rağmen, kıble ile Kıbele arasında bir ilişki kurmak tarihsel ve toplumsal olarak da mümkün değil iken, aklı ve mantığı es geçerek yanlış bilgiyi doğru bilgi imiş gibi kabul edip siyaseten mesaj verme kaygısı ile inananları aşağılayan bu cehl-i mik'ablarla ne yapacağız, bilmiyorum.
Bir diğer örnek
Bir başka gazeteci, yine siyasi kaygılarla, güya siyaseti eleştiriyormuş gibi yaparak içlerindeki kini her fırsatta kusmaya hazır biri de Müslümanları aşağılamak, onları, beyni ile düşünmeyen, kendilerine verilen komut ile hareket eden Ortaçağ zihniyetine sahipmiş gibi göstermek için, "İslâm coğrafyasında nasip ile tensip aynı kökten gelir, acaba neden?" diyerek aklınca aşağılamıştı. Oysa sıradan bir sözlüğe baksa "nasip" ile "tensib"in aynı kökten gelmediğini, nasibin sad ile yazıldığını ve hisse, pay, Allah'ın bir kimseye tâyin ve kısmet ettiği şey, tâlih, baht, mânevî feyiz anlamlarına geldiğini, "tensib"in ise sin ile yazıldığını ve sadece Türkçede kullanıldığını ve "uygun bulma, münasip görme" anlamlarına geldiğini görecekti. Ama sanırım kinleri ve inatları buna mâni oldu.
Her gün onlarcası ile karşılaştığımız bu tür bilgi yanlışlarını, kendilerinden emin şekilde doğru imiş gibi yazıp paylaşan bu aydınları nasıl aydınlatacağız? Nasıl bir hastalık ile ma'lul olmuşlar ki gözleri en basit bir gerçeği, sıradan bir mantık yürütme ile doğru olmayacağını anlayacakları veya doğrusuna iki saniyede ulaşacakları bilgiden habersiz bir şekilde dindar kişileri aşağılıyorlar?
Evet cehâlet en kötüsü. Ama ondan daha kötüsü de var. Cahil olduğu halde kendini bilgili sanmak. Cehlin bu mertebesi ise ancak tahsîl ile mümkün.
Bu arkadaşların derdini ben bilemedim. Bilen, anlayan beri gelsin.
İsmail Güleç