Ecdadımız halkın dini sağlam kaynaklardan ve doğru bir şekilde öğrenmesine çok önem vermişler, bu konuda kitaplar yazdırmışlar, müderrislere camilerde halka açık dersler verdirmişlerdi.
Osmanlılarda dersiâmlık müessesi halka dinini doğru bir şekilde öğretmek ve sapkın fikirlerin yayılmasını engellemek için kurulmuştu. Dersiâmlar camilerde halka açık ders verme yetkisine sahip müderrislere verilen bir unvan olup atanmalarına özel önem verilirdi.
Atâî'nin ulemâ biyografisi olan eseri Zeyl-i Şekāik'ında ve Şeyhî Mehmed Efendi'nin Vekāyiu'l-Fuzalâ'sında dersiâm unvanlı birçok âlimden bahsedilmesi XVI. asırdan itibaren dersiâmlık müessesinin yaygınlaştığını göstermekte.
Dersiâmlar medresede talebeye öğrettiklerini camilerde halka anlayacakları dilde anlatırlardı. Amaç halka dini Hz. Peygamber üzerinden anlatmaktı. Bu yüzden okutulan kitapların üçü de Hz. Peygamber üzerine idi.
Dersiâmlar derslerini sabah ve ikindi namazlarından sonra verirler, halkın her kesiminden vakti müsait olanlar bu dersleri devamlı takip ederlerdi. Dârülfünun ilk açıldığı dönemde de dersiâmlık geleneğini devam ettirdi ve meşhur hocalarına halka açık dersler verdirtti. Ancak dersler camide değil amfide yapılıyordu.
Dersiâmlar medresede öğrencilere verdikleri derste olduğu gibi camide de kitap takip ederlerdi. Bu kitaplar Buharî-i Şerif, Şifâ-yı Şerif ve Mesnevî-yi Şerif idi. Üçünü de Hz. Peygamber'e ait olduğunu gösterecek şekilde şerefli, kutsal, mübârek anlamında olan ve Hz. Peygamber'in eşyaları için kullanılan şerîf ile tamamlamışlardı.
Bu kitaplar ya aynı dersiâm veya farklı dersiâmlar tarafından verilirdi. Bunu camiin vakfiyesi ile dersiâmın muktesebâtı belirlerdi.
Dersiâmlar tarafından okutulan üç kitabın ilki Buharî-i Şerif idi.
Buharî-i Şerif
İmam Buhârî'nin (ö. 870) kitabının tam adı Câmiü's-Sahîh'tir. Medrese çevrelerinde Sahîh-i Buhârî olarak isimlendirilen eser bizim coğrafyamızda Kur'ân-ı Kerîm'den sonra en güvenilir kitap kabul edilir. Sahih hadislerin bir araya getirilmesinden oluşan kitaba atalarımız Buhârî-i Şerif adını vermişler.
Eserin neden bu kadar çok sevilmesinde ve rağbet görmesinde İmam Buharî'nin ibadet eder gibi hazırlamasının etkisi olsa gerek. Abdest alıp iki rekât namaz kılmadan çalışmaya oturmamış, bazı kaynaklarda eserini Hz. Peygamber'in kabri ile minberi arasında yazdığı rivayet edilir.
Buharî-i Şerif'in okunma nedenlerinden biri de okuyanların maddî ve mânevî sıkıntılardan, hastalık ve belâlardan kurtulması, her türlü muradına nâil olmasıdır. Sıkıntılı günlerde okunduğunda okuyanlar huzur bulur, deniz seyahatine çıkanlar yanlarına aldıkları takdirde geminin batmayacağına inanılırdı.
Okunmasını kolaylaştırmak üzere özetlenen eserin en meşhur özeti ve şerhi Babanzâde Ahmed Naim Bey ve Kamil Miras tarafından tercüme edilen Tecrîd-i Sarîh'tir. Bir diğeri Ömer Ziyâeddin Dâğıstânî'nin (ö. 1920) Zübdetü'l-Buhârî'sidir. Bu özetin özelliği Sahîh-i Buhârî'den sadece peygamber buyruklarını almış olmasıdır.
Şifâ-yı Şerîf
Dersiâmların okudukları ikinci kitap Mâlikî kadısı, hadis, fıkıh ve dil âlimi Kadı İyaz'ın (ö. 1149) Hz. Peygamber sevgisine ve Hz. Peygamber'in müslümanlar üzerindeki haklarına dair yazdığı eseridir. Ecdadın Şifâ-yı Şerîf dediği kitabın tam adı da Eş-Şifâ bi-taʿrîfi hukūki (fî şerefi)'l-Muṣtafâ'dır. Kadı İyaz kitabında Resûl-i Ekrem'in yüceliğini, ona gösterilmesi gereken saygıyı, bu saygıda kusur edenlerin durumunu anlatır. Müslümanların Hz. Peygamber'e olan sevgisini arttırmak, sünnetine daha fazla sarılmalarını sağlamak ve imanlarını kuvvetlendirmek amacıyla yazar.
Dört bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde Hz. Peygamber'in maddî ve mânevî güzellikleri, Allah katındaki üstün yeri ve mûcizelerinden bahsedilerek ona saygı gösterilmesi gerektiği söylenir. İkinci bölümde müslümanların Hz. Peygamber'i gönlüyle sevmesinin, ona salâtüselâm getirmenin önemi vurgulanır. Üçüncü bölümde Resûl-i Ekrem'in özellikleri, Allah Teâlâ'nın onu günahlardan ve kötülüklerden koruduğunu ve beşer olması itibariyle yaptığı işleri anlatır. Son bölümde ise Hz. Peygamer'e dil uzatanlara uygulanacak hükümler üzerinde durulur. Tüm bunlar da ayet ve hadislerden deliller getirilerek yapılır. Kadı İyaz'ın yararlandığı kaynakların başında ise Buharî-i Şerîf gelir. Ayrıca meşhur mutasavvıfların görüşlerinden yararlanması kitabı tekke ile medresenin müştereki haline getirir.
Sıkıntıya düşen müslümanlar Şifâ-yı Şerîf'i ferahlamak için de okurlar. Kadı İyaz eserini okuyanların şeytanın hasedinden çatlayacağını, kalbinin nurla dolup rahatlayacağını ve azıcık aklı olanın Resûlullah'ın kıymetini daha iyi anlayacağını söyler.
Osmanlı döneminde birçok vakfın şartnamesinde Şifâ-yı Şerif okutmak yazılıdır. Şifâ-yı Şerîf okumak üzere görevlendirilen müderrislere de şifâhân denilir.
Eserin birçok şerhi yapılmıştır. Bizde en çok okunanı Ali el-Kārî'nin, Şerhu'ş-Şifâ fî hukūkı'l-Mustafâ'sıdır. Türkçe tercümeleri de vardır.
Mesnevî-i Şerîf
Mesnevî'nin tam adı Mesnevî-i Ma'nevî olup baştan sonra Hz. Peygamber'i ve onun örnek ahlakını anlatır. Diğerlerinden farkı bunu hikayeler yoluyla yapmasıdır.
Belki camilerde okutulmasına izin verilen tek edebi eser Mesnevî'dir. Mesnevî okutanlara da mesnevihân adı verilir. Mesnevî, ilk iki eserde anlatılanları, Hz. Peygamber'in örnek ahlakını örneklerle anlatmış ve Hz. Peygamber'i sevdirmiştir.
Mevlâna için Hz. Peygamber'i sevmek, onun yolundan gitmek demektir. Hz. Peygamber'in sünnetine sıkı sıkıya bağlı olan Mevlâna, Hz. Peygamber'in sevilmeyi en çok hak eden insan olduğunu, iyi insan olmanın yolunun onun güzel ahlâkını takip etmekten geçtiğini, insanları şirkten, putlara tapmaktan, cehaletten, zulümden kurtarmak için çalıştığını, onun da ümmetine düşkün olduğunu ve bizi sevdiğini, Allah katında ayrı bir yeri olduğunu, kıyamet gününde onun şefaatine nâîl olabilmek için onu sevmek ve getirdiği dini hakkıyla yaşamak gerektiğini anlatır.
Allah cümle mevcudatı onun hatırı için yaratmış ve onu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Peygamber, insanlara hakkı, doğruyu, güzeli ve iyiyi göstererek ve öğreterek cahiliyye ateşinden kurtarmıştır. Mevlâna'ya göre, Hz. Peygamber, tüm zamanların eşsiz önderi, gönüllerin sultanı, Allah'ın insanlığa rahmeti, yüce Allah'ın sırrı, onun tertemiz mazharı, Hakk'ın, şeriatın ve dinin celâlidir. Yaratılanlar içinde en üstün olanıdır. Yerler ve gökler Hz. Muhammed'e bendedir, ona muhtaçtır. Duası iki âlemde de kabul olunan Allah'ın sevgilisidir.
Mevlâna Hz. Peygamber'e tâbi olanların kurtuluşa ereceğini söyler. Hz. Peygamber'i sevmek söylemekle olmaz, onu sevmek onun yolundan gitmekle olur, sünnetine uymakla olur, der. Bunun için de cehaleti, ön yargıları, kibri, hırsı ve batıl kıyası terk etmek gerekir.
Hz. Peygamber'i tam manasıyla anlayana ve sünnetine uyana ilahi yardımlar, ihsanlar, maddi-manevi lütuflar vardır. Hz. Peygamber'in yaktığı iman ateşi, körleri başıboşluk çölünden selamete çıkarır ve kıyamete kadar Hak yolunun rehberi olur. O'nu düşünmek, hayal etmek bile yüreklere sevinç ve mutluluk verir.
Mevlana tüm bunları bazen Hz. Peygamber'in hayatından bir örnekle bazen de sıradan bir insanın veya bir sufinin başından geçenlerle anlatır.
Sözlerimi toparlayacak olursam;
Ecdadımız devrin ilahiyat profesörü mesabesinde olan hocalara Hz. Peygamber'i halka anlatmak ve onu sevdirmek için camilerde dersler verdirmiş ve bu sayede Türkler peygamberlerini çok sevmiş, canlarından aziz bilmişlerdir.
Dini öğrenmek Hz. Peygamber'i bilmekten, iyi bir müslüman olmak ise onu çok sevmekten geçer. Bugün yaşadığımız sıkıntıların sebebi kanaatimce Hz. Peygamber'i yeterince bilmemek ve sevmemektir.
İsmail Güleç