HABîBULLAH HZ. MUHAMMED (S.A.V)
Değerli okuyucum.
Milâdî 571 yılının kamerî aylarından biri olan Rebîülevvel ayı, o yılın Nisan ayına denk gelmişti. 20 Nisan 571 tarihli gece de Rebîülevvel ayının 12.gecesiydi…
Hani bir vakit, Mekke'de "insanlar için yeryüzünde kurulan ilk mabed" olan Kabe-i Muazzama'nın duvarlarını yükselterek bu ulvî ve kudsî vazifelerini tamamlayan baba-oğul peygamberler ellerini açarak Âlemlerin Rabbine şöyle yalvarmışlardı: "Rabbimiz! Bizden sonra gelecek neslimizden kendi içlerinden bir peygamber gönder. Onlara senin ayetlerini okuyacak, Kitab'ı ve Hikmet'i öğretecek ve onları arındıracak bir peygamber!...Çünkü yalnız Sensin kudret ve hikmet sahibi!..." (Bakara, 129)
Salih ve güzel amellerinin sonrasında yaptıkları bu niyaz, bir makbul duaya dönmüştü… Zira Allah Teâlâ, onların isteğini kabul buyurmuş ve "Hâtemün-Nebiyyin" vasfına sahip olan Son Peygamberi'ni, Hz. İbrahim ve İsmail'in neslinden; Mekke'nin soylu ailelerinden biri olan Kureyş kabilesine mensup bir aileden seçmişti… Bir hadis-i şerifinde "Ben babamın duası ve kardeşimin rüyasının tecellisiyim." buyuran Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz, "Peygamberlerin Babası" vasfına sahip olan Hz. İbrahim'den "babam" diyerek bahsetmiş; kendisinden sonra gelecek peygamberi müjdeleyen Hz. İsa'yı da "kardeşim" diye anmıştı.
İşte Rebîülevvel ayının 12.gecesinin sabahında henüz tan yeri ağarmamışken, Kureyş'in ulusu Abdulmuttalib'in bir torunu dünyaya gelmişti. Birkaç ay önce kaybettiği ve çok sevdiği Abdullah isimli oğlunun hüznüne bir teselli olacak torunu kendisine getirildiğinde ona "Muhammed" ismini vermişti… Yakınları daha önceden duymadıkları ve "çok övülen" anlamına gelen bu ismi hangi sebeple tercih ettiğini sorduklarında cevabı netti Abdulmuttalib'in… "İstedim ki, gökte Allah, yerde de insanlar onu çok övsünler!.."
Gerçekten, Abdulmuttalib'in düşündüğü şey, tam anlamıyla gerçekleşmişti… Onu yeryüzünde insanlara sevdiren ve övdüren Allah Teâlâ, kendisi de Arş-ı A'lâ övmüş ve övgülerini birer birer indirdiği ayetlerle insanlara da bildirmişti. Adetâ "el-esmâ tenzilu mine's-semâ" cümlesi bir kez daha tecelli etmiş ve "isimler aslında semadan inerler" ifadesi tasdik edilmişti. Yahya, Süleyman, İshak ve Yakub isimlerini peygamberlerine bildiren Allah, son peygamberinin ismini de Abdulmuttalib'in gönlüne düşürmüştü. Böylece Muhammed ismi, gelecek "Son Nebi"nin en çok bilinen ismi olmuştu, diğer isimleri olan Ahmed, Mahmûd, Hamîd, Hâmid ve daha nicelerine nisbetle…
"Esmâu'n-Nebî" olarak bilinen Peygamberimizin isimlerinin bir kısmı Kur'an-ı Kerim'de bir kısmı da hadis-i şeriflerde geçmektedir. Sözgelimi Mustafâ ve Müctebâ bunlardan sadece ikisidir. Bir de "Evsâfu'n-Nebî" olarak bilinen vasıfları vardır ki, yine bunlar da hem Kur'an-ı Kerim'de hem de hadis-i şeriflerde geçmektedir. Resûlullah ve Hâtemü'n-Nebiyyîn gibi… Fakat her bir peygamberin alâmet-i fârikası diyebileceğimiz ve onun ayırıcı vasfı olarak şöhret bulan birtakım vasıflar bağlamında Peygamberimizin vasfı nedir? diye sorulduğunda verilecek cevap: Habîbullah olacaktır. Nitekim biz de yazımızda daha ziyade bu konu üzerinde duracağız.
Aziz okuyucum.
Peygamberlerin ayırıcı vasıfları olarak bilinen özelliklerinden söz etmişken, onların Peygamberler Tarihi'nde hangi vasıflarıyla temayüz ettiklerine kısaca değinmekte fayda vardır. Hz. Adem (as) Allah'ın, kendisini affederek günahından temizlediği için Safiyyullah; Hz. Nuh (as) Allah'ın, büyük tufandan kendisini ve müminleri kurtardığı için Neciyyullah; Hz. İbrahim (as) Allah tarafından dost edinildiği için Halîlullah; Hz. İsmail (as) kendisini Allah yolunda kurban etmeye hazır olduğu için Zebîhullah olarak anılmaktadır. Yine Hz. Musâ (as) Tûr Dağı'nda Cenâb-ı Hak ile konuşma ayrıcalığına nâil olduğu için Kelîmullah; ve Hz. İsa (as) Allah'ın "Ol" emrinin bir tecellisi olarak dünyaya geldiği için Rûhullah olarak bilinmekte ve kabul edilmektedir. Şimdi el-Habîb ve Habîbullah kelimeleri üzerinde durabiliriz.
EL-HABÎB VE HABÎBULLAH NE DEMEK?
Yıllar önce bir metin elime geçmiş ve başlığı dikkatimi çekmişti. Bir sayfalık bu metinde Peygamberimizin günlük duaları yer almaktaydı. Başlık ise çok anlamlıydı: "Maa'l-Habîbi'l-Mustafâ mine's-sabâh ile'l-mesâ"… Dilimize çevirirken tasarruf hakkını kullanarak "Sabahtan akşama dek Sevgili Peygamberimizle…" diyebileceğimiz bu metinde kısa duaları vardı Sevgili Peygamberimizin…
İşte bu metinde de bir kez daha el-Habîb kelimesiyle karşılaşmıştım. Kelime üzerinde kısa bir araştırma süreci yaşayınca Nebiyy-i Muhterem (sav) Efendimiz için Habîbullah vasfının ne kadar manidar olduğunun farkına varmak nasib oldu. Şimdi bu bilgileri paylaşmaya çalışalım.
Kıymetli okuyucum.
Zengin bir dil olmasıyla şöhret bulan Arapça'da bazı kelimeler, yapısı gereği iki manayı da barındırabilmektedirler. Arap dilinde önemli bir yer tutan ve kelimenin manasını etkileyen vezinler vardır. İşte onlardan biri olan "Faîl" veznindeki Habîb kelimesi de iki manaya gelmektedir: "En çok seven" ve "En çok sevilen"… Buradan hareketle, Habîbullah kelimesinin iki manasının olduğunu söyleyebiliriz. "Allah'ı en çok seven" ve "Allah'ın en çok sevdiği"… Bizler, Peygamberimizi daha ziyade "Allah'ın en çok sevdiği" kulu olarak düşünmek ve Habîbullah kelimesinin bu manaya geldiğini kabul etmekle beraber onun ikinci manasını da göz ardı etmemeliyiz. Zira Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz, daha kendisine peygamberlik vazifesi verilmeden önceki süreçte de Allah Teâlâ'yı çok seven ve bu sevgisi, gönlünde başka hiçbir sevgiye yer bırakmayacak kadar büyük olan biridir. Adetâ Rabbimiz Teâlâ, peygamberler silsilesinin son halkası olarak göndereceği kulunu yaratmadan önce onun nurunu büyük bir sevgiyle ve muhabbetle vâr eylemiş; onu bu nur ile dünyaya göndermiş; insanlara sevdirmiş ama onun gönlüne de kendi aşkını ve muhabbetini düşürmüştür. Nitekim kendisine peygamberlik görevi verilmeden önceki günlerde inzivaya çekilen Mekke'nin bu dürüst ve güvenilir ferdi için, –ondaki farklılığı müşahede edenler- "Galiba Muhammed Rabbine aşık olmuş!.." demişlerdi. Teşhislerinde yanılmamışlardı. Zira Peygamberimiz (sav) sevgilerin en temizi ve sevdaların en ak olanıyla, hiçbir zaman kara sevdaya dönüşmeyecek bir anlayışla Rabbine âşık olmuş ve O'nu eşsiz bir muhabbetle sevmişti… İşte tam burada, hani bazen bir çift söz, insana söylemek istediklerini anlatma hususunda yardımcı olur ya?.. Gelin biz de aşk ehli Süleyman Çelebî'den bu yardımı alalım ve sözü ona bırakalım. Yazdığı Mevlid'inin Mirâc bahrinde, Allah Teâlâ'nın Peygamberimize olan hitabını şöyle aktarır Bursa'lı aşk eri Süleyman Çelebî…
Dedi kim matlûb u maksudun benem.
Sevdiğin cân ile ma'bûdun benem.
Gece gündüz durmayub istediğin.
N'ola kim görsem cemâlin dediğin.
İşte, canıyla-ruhuyla Allah'ı en çok seven ve O'nun tarafından da en çok sevilen bir kul olduğu için Sevgili Peygamberimizin vasfıdır Habîbullah… Ondan bahsederken Ashab-ı Kiram'ın da "Habîb" kelimesini kullanmaları da manidardır. Çünkü onlar da bunun terbiyesini almışlardı, hem Kur'an ayetlerinden hem de Hz. Nebî'nin ilim ve irfan dolu sohbetlerinden…
Sözlerimize son verirken, "sözlerin en güzeli"nden, konumuza dair pek çok ayet-i kerimeden sadece birini aktarmak istiyoruz. Ahzâb suresinin 6. Ayetinde Allah Teâlâ, müminler için Peygamberlerinin ve ona eş olma şerefine nail olan ezvâc-ı tâhiratın durumunu şu manidar ifadelerle belirlemektedir: "Peygamber, müminlere kendi canlarından daha değerlidir. Onun eşleri de müminlerin anneleridir!" Kendi canımızdan aziz, değerli ve sevgili bilmemiz istenen bir Peygamber anlayışını; ve eşlerini de "annemiz; vâlidemiz" vasıflarıyla muhterem kabul etmemiz icab eden bu hassasiyeti, bize bu ayetle bizzat Allah Teâlâ emretmektedir.
Şurası da bir gerçektir ki Allah Teâlâ, en çok sevdiği Habîbini, müminlere öylesine sevdirmiş ki, bu sevgi ırmağı asırdan asıra, nesilden nesile akıp durmuş, onu aşkla sevenlerin gönlüne…
İşte iki gün sonra idrak edeceğimiz yeni bir Velâdet-i Nebi'yi; Mevlid Kandili'ni bu aşkla, bu şevk ve coşkuyla karşılamanın bir başka adıdır Peygamber Sevgisi…
Allah ve Resûlü'nün aşkıyla dolu gönüllere aşk olsun!..