Eskiden ordunun sevk ve idaresi "sevku'l-ceyş" mefhumuyla anlatılırdı. Bugün bu mefhum "strateji" kelimesiyle karşılık bulmakta… Strateji, "bir savaşta amaca ulaşmak için askeri kuvvetleri uygun bir biçimde kullanma sanat ve bilimi" olarak tanımlanıyor.
Son Nebi Hz. Muhammed, (sav) Allah Teâlâ tarafından "âlemlere rahmet" olarak tanıtılırken; kendisi de "Ben, Merhamet Peygamberi'yim" buyurmaktaydı. Onun bu özelliği, günlük yaşantısında, düşüncelerinde, tavsiyelerinde ve uygulamalarında her dâim ortaya çıkmış, fıtratını yoğuran şefkati ve merhameti, hayatının her safhasında görülmüş ve gözlenmişti. Mekke'nin Fethi için çıktığı yolculukta da, bizzat fethin gerçekleştiği süreçte ve fetih sonrasında da hep böyle olmuştu… Aşağıdaki satırlarda bir "Ordu Komutanı" olarak Peygamberimizin (sav) kendi çağında yaşayan insanlara; ve sonradan gelecek insanlık âlemine hem strateji konusunda hem de "Savaş Hukuku" ve "Zafer Ahlâkı" gibi kavramlarla ifade edilen hususlarda nasıl bir "mükemmel örnek" ve "merhamet kaynağı" olduğunu bulacaksınız.
YOLCULUĞUN NEREYE OLDUĞUNU BİLDİRMEMEK
Bundan tam 1390 yıl önce, yani 630 yılının Ocak ayı başlarında, bir süreden beridir yürütülen hazırlıklar tamamlanmış ve İslam Ordusu 4 Ocak Çarşamba günü Medine'den hareket etmişti. Peygamberimiz tarafından şehrin idaresi vazifesi Ebu Ruhm'a verilmiş, namaz kıldırmak için de Abdullah b. Ümmi Mektum görevlendirilmişti.
Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz, Tebük Seferi dışında Medine'den çıktığı tüm seferlerinde varılacak menzil hakkında bilgi vermemeyi prensip edinmişti. Bu defa da öyle oldu. Nereye gidileceği hususunda en yakınlarıyla bile bilgi paylaşmadı. Zira Mekke'ye doğru yola çıkıldığının anlaşılması, Kureyşlilerin haberdar olmasına, karşı hazırlık yapmasına ve kan dökülmesine sebep olacak bir savaşın yaşanmasına sebebiyet verebilirdi.
Yine aynı maksatla, kurduğu ordunun gerçek gücünün anlaşılmasını perdelemek amacıyla Eslem, Müzeyne, Cüheyne ve Ğıfâr gibi bazı kabilelerin toplanıp Medine'ye gelmemelerini, fakat yol boyunca orduya katılmalarını emretmişti. Böylece Medine'den çıkışta az bir sayıya sahip olan İslam Ordusu, yolculuk esnasında gerçekleşen katılımlarla 10.000 kişilik bir sayıya ulaşmıştı. Bu taktik yanında, yine Mekke'ye muhtemel bir bilgi ulaştırılması ihtimaline karşılık onları şaşırtmak amacıyla Mekke-Medine yolu üzerinde bulunan Batn-ı İdam mevkiine Ebû Katâde komutasında bir keşif birliği bile gönderilmişti.
Böylece, alınan birtakım tedbirlerle ve Peygamberimizin dilindeki "Allah'ım! Kureyşin casuslarını ve habercilerini tut. Yurtlarına varıncaya ve bizi karşılarında buluncaya kadar onları görmez ve işitmez eyle." duasıyla devam eden yolculuk, İslam Ordusunun Mekke civarındaki dağların arkasına karargâhlarını kuruncaya kadar Kureyşlilerin haberleri olmadan devam etmişti...
ŞEFKATİ VE MERHAMETİ CAN TAŞIYAN HER VARLIĞA…
Farklı ilim dallarındaki çalışmalarıyla değerli bir âlim ve İslam tarihi alanında kaleme aldığı eserlerle haklı bir şöhrete sahip olan el-Vâkıdî, özellikle Peygamberimizin Medine dışına çıktığı seferleri hakkında bilgiler verdiği "Kitâbu'l-Meğâzî" adlı eserinde, Mekke'nin Fethi maksadıyla Medine'den ayrılan ordunun seyr ü seferi esnasında karşılaştıkları ibret dolu bir olay aktarmaktadır. İlgili eserdeki bilgilere göre,"Nebiyy-i Muhterem, (sav) ordusunun başında Mekke'ye doğru ilerlerken, Arc vadisinde, yol üzerinde, yeni doğmuş yavrularını emziren bir köpeği fark etti. Efendimiz (sav) derhal Cuayl b. Süraka adlı sahabiyi çağırdı ve süt emen yavruların önünde durarak onları atlardan ve diğer bineklerden korumasını, ordunun tamamı geçinceye kadar orada nöbet tutmasını istedi. Emir hemen yerine getirildi, ordunun seyr ü sefer güzergâhı yan tarafa kaydırıldı. Böylece Peygamberimizin can taşıyan her varlığa merhametinden bu zayıf yavrular ve onları emziren anneleri de hisselerine düşen payı almış oldular." (Bkz. Vâkıdî, Megâzî, II, 225)
DAĞIN ETEKLERİNDE YAKILAN ATEŞLER
İslâm Ordusu bir yatsı vakti, Mekke'ye bir konaklık mesafede bulunan Merrü'z-Zahrân Vadisi'ne gelip yerleşti... Resûl-i Ekrem (sav) yine bir savaş taktiği olarak her bir askerin ayrı ayrı ateş yakmasını emretti. Yakılan ateşlerin oluşturduğu muhteşem manzaranın Mekkeliler üzerinde bir psikolojik baskı oluşturmasını hedefleyen Efendimizin bu arzusu gerçekleşmiş ve Mekkeliler yanan ateşlerden yola çıkarak şöyle bir çıkarımda bulunmuşlardı: Gelenlerin kimler olduğunu bilmiyorlardı; ancak sayıları on binlerce olmalıydı!..
Mekkelileri dehşete düşüren manzara karşısında Kureyşlilerin o zamanki en yetkilisi ve söz sahibi olan Ebû Süfyân, yanına iki kişi alarak ateşi yakanların kim olduklarını öğrenmek istemişti. Ama Mekke çepeçevre kuşatıldığı için kısa sürede öncü birliklerdeki askerler tarafından yakalanıp Resûl-i Ekrem'in huzuruna getirildiler. Peygamberimizin soruları, sözleri, muamelesi; ve amcası Hz. Abbas'ın aracılığı ve teşvikiyle üçü de Müslüman oldular ve gecenin sabahında Mekke'ye Müslüman olarak döndüler…
Peygamber Efendimizin, Müslüman olan Ebu Süfyan'a, Mekkelilere iletmek üzere yüklediği mesaj anlamlıydı. Bu mesaj, hem Ebu Süfyan'a –onu taltif ettiğini gösteren- bir jestti; hem de Hz. İbrahim'in duasıyla "Emin Belde/Harem" kılınan Mekke-i Mükerreme'de kan dökülmesini istemediğini açık bir şekilde ortaya koymaktaydı:
"Kim Ebû Süfyân'ın evine sığınırsa güvendedir (ona dokunulmayacaktır). Kim evinden dışarı çıkmazsa güvendedir. Kim Mescid-i Harâm'a girerse o da güvendedir."
Mekke'ye dönen Ebû Süfyân, Kâbe'de topladığı Mekke halkına, "Ey Kureyşliler! Gelen Muhammed'dir ve asla karşı koyamayacağınız bir güçle gelmiş bulunmaktadır." diye seslendi ve Peygamberimizin kendilerine tanıyacağı güvencelerini iletti…
Buraya kadar aktardıklarımız, Mekke'nin Fethi'ne niçin "Fethu'l-Fütûh" denildiğini, Sevgili Peygamberimizin askeri bir dehâ olarak bu fethin gerçekleşmesinde ne denli büyük rol oynadığını ortaya koymaktadır. Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere sağlıcakla kalınız.