Metaforik bir anlatıyla İslâm düşünce tarihinde fıkıh ilminin ortaya çıkışını şu şekilde tasvir edebiliriz. İslâm bilim tarihinde ilk önce fıkıh ilmi kendine bir meşruiyet zemini buldu. Sünneti temsil yetkisinin kendilerinde olduğunu ileri süren fıkıh bilginleri, vahye ve peygamber uygulamasına (sünnet) dayalı İslâm pratiğinin metodolojik ve tutarlı izahını temsil ettiklerini iddia ettiler. Ancak bir zaman sonra bir itirazla karşı karşıya kaldılar. O da klasik literatürde "re'y" tartışması olarak bilinen asli deliller (nass) yanında reye yer vermenin dayanağı problemiydi. İşte tam bu noktada icmâ devreye girerek reyin yani kıyasın da dinde meşru bir yöntem olduğunu kabul etti. Rey üzerinde cereyan eden tartışma esasında tikel kıyaslar konusunda değildi. Onun Hz. Peygamber zamanında varlığına deliller bulunabiliyor, sahabe ve tabiin tarafından da itirazsız şekilde kullanılıyordu. Burada asıl tartışma, ehl-i re'yi temsilen Ebû Hanîfe kıyası sistemleştirdiğinde yani tümel/külli kıyası kullanmaya başladığında ortaya çıktı. Dolayısıyla fıkhın İslâm düşüncesindeki meşruiyeti hicri ikinci asırda kesinleşti. Böylece ilmin içine, vahiy ve sünnetle birlikte fıkıh (rey / kıyas) da dâhil oldu. Bu durum Kur'an ve sünnetin terki anlamına gelmedi. Çünkü rey, müçtehidin Kur'an ve sünnet bütünlüğünü esas alan tutarlı bir yöntemle hareket etmesi demekti. Aksi takdirde müminlerin kabul edebileceği bir meşruiyetten yoksun olacaktı.
Uzun yıllar süren metodolojik ve sistematik çabaların ardından 4./10. yüzyılın başında bugünkü anlamıyla mezhepler teşekkül etti. Mezheplerin teşekkülü ile birlikte füru-i fıkıh doktrini sistematik olarak oluştu. Mezhepler hukuki ve sosyal ilişkileri düzenlemek üzere nasları ölçülü, planlı ve akli bir zemine oturtma sürecinin sonunda ortaya çıktı. Fıkhı üreten bir hukuk sistemine dönüştü. Günümüzden bakarak mezhebi sadece önceden üretilmiş sonuçlar olarak görmek hatalı olacağı gibi, o sonuçları olduğu gibi günümüze taşımak da çözüm olmayacaktır. Doğru olan mezhep mekanizmasını işleterek günün fıkhını üretmektir. Bunu günümüz hukuk sistemlerinin hukuk üretimine benzetebiliriz. Daha geniş bir çerçevede söylemek gerekirse bir bakıma bu, günümüz teorilerinin dayandığı düşünce ekollerine benzetilebilir. Mesela iktisatta Şikago Okulu, felsefi eleştiride Frankfurt Okulu yanında hukukta Alman Göttingen Hukuk ve Tarih Okulu burada anılabilir. Bunlar tıpkı fıkıh mezhepleri gibi temel kabulleri, ilkeleri, kurucuları, yorumcuları bulunan iç tutarlılığı ve sürdürülebilirliği esas alan sistemli düşünce okullarıdır.
Ameli mezheplerin birden fazla yani dört adet olması, fıkıhla alakalı bir meselenin ehlisünnet açısından dört yorumunun ve çözümünün olduğunu gösterir. Bu ise yaklaşık bin yıl boyunca İslam düşünce tarihinin en temel kabullerinden biridir. Ayrıca birden çok mezhebin ortaya çıkması tarihi süreçte İslam'ın çoğulcu bir tarzda okunmasının meşruiyetini gösteren bir delildir. Bir anlamda her mezhep bir yorumdur ve ehlisünnet açısından her yorum eşit derecede geçerlilik ve temsil gücüne sahiptir. Bir başka ifadeyle fıkhi yorum (rey) bilgi değeri bakımından "zan" ifade eder. Yani müçtehit ulaştığı içtihadı doğrudan Allah'ın hükmü olarak görmeyip dolaylı olarak Allah'a nispet ederek Allah'ın muradının, ulaştığı hüküm olduğunu önerir. Takip ettiği yol ve ilkelerin kendisini bu hükme götürdüğünü beyan eder.
Bir anlam veya yorumun meşruiyeti, o metnin kendisi olamaz. Diğer bir ifadeyle metnin kutsallığı, ona atfedilen anlam veya yoruma bir meşruiyet sağlamaz. Anlama ve yorumlama faaliyetinin bizatihi kendinden kaynaklanan bir meşruiyeti olmalıdır. Metodolojik meşruiyet zemininden yoksun yorumlar modern yaklaşıma uygun görünebileceği gibi aşırı birtakım tavır ve davranışlara da neden olabilir. Ayrıca bu durum Kur'an'ı hâlihazırı meşrulaştırma aracına da dönüştürebilir. Dini metinler üzerindeki yorum karmaşasının önlenmesi ve hatalı yorumların bertaraf edilebilmesi için mutlaka sistematik ve metodolojik bir zemine ihtiyaç vardır.
Mezhep, dini bakımdan doğrudan bir vecibe olarak nitelenemese bile varlığı tarihsel, bilimsel ve normatif bir zorunluluğa dayanmaktadır. Mezhebe bağlanmak bir anlamda Müslümanın fıkıh pratiğinin de kaçınılmaz bir gerekliliğidir. Müçtehidin, Allah'ın muradını tespit etmek amacıyla belirli bir bilimsel disiplin ve meşru bir yöntemle ulaştığı sonuçlar (ahkâm) baskın bir zan oluşturmaktadır. Klasik teoride galip zannın her ne kadar zorunlu bilgiyi gerektirmese de amel etme konusunda gereklilik doğuracağı kabul edilmiştir. Dolayısıyla bir mümin, keyfi olmamak şartıyla bir müçtehidin içtihadını tercihle yükümlü sayılmıştır. Bu yaklaşım ehlisünnet içerisinde birbirine alternatif olabilecek birden çok tutarlı İslami norm sistemini ortaya çıkarmıştır. Neticede mezhepler, İslam'ın pratik yönünü dizayn eden İslami kurumlar haline gelmişlerdir.
Son bir buçuk asırdır denenen yeni fıkıh yapma biçiminin ve yeni fetva kurumlarının durumu ayrıntılı şekilde incelenmelidir. Bu yeni fıkıh yöntemi, içerisinde barındırdığı büyük teorik problemler, iflah olmaz tutarlılık sorunları, zihinsel parçalanmışlık, metodolojik yoksunluk ve en önemlisi meşruiyetini doğrudan metnin kendine bağlayan devr-i daimi ile yeni dünyada bize çare olamayacak gibi görünmektedir. İslam düşünce anlayışımızı yeniden kurmanın eşiğinde olduğumuz bu çağda sağlam bir duruş sergileyebilmek ve sahih anlamı muhafaza ederek meşru yorumlar üretebilmek için yeniden hesabı verilmiş sistemler üzerinden yani ekol ve mezhepler zemininden hareketle yola revan olunmalıdır. Kanaatimizce ilmi derinlik ve bilimsel tutarlılık ancak bu şekilde sağlanabilir. [http://www.cins.com.tr/genel/prof-dr-h-yunus-apaydin-mezhepten-vazgecmek-muslumanlarin-iddialarindan-vazgecmesi-demektir/; Murteza Bedir, "Fetva ve Değişim", Hanefilerde Mezhep Usulü içinde, İstanbul: Klasik yayınları, 2016, s. 13-52; Murat Şimşek, İmam Ebu Hanife ve Hanefilik, Konya: Hacıveyiszade yy. 2019].
Doç. Dr. Murat Şimşek