İnsan aklının çalışırken dayandığı ilkelere yani bilme faaliyetinin esaslarına minimal metafizik diyebiliriz. Bu işlem yaklaşık altı aşamada gerçekleşir. İnsan aklı önce (1) varlıkta ya da bilimde yapısal bir düzenin (manzûm) varlığını kabul eder. Ardından bu manzumenin (2) idrak edilebilir ve makulleştirilebilir olduğunu varsayar. Daha sonra (3) bunların nedenselleştirilebilir yani neden sonuç ilişkisi içerisinde gerekçelendirilebilir (ma'lûl) olduğu kabul edilir. Bütün bunların (4) sınırlandırılabilir yani tanımlanabilir (mahdûd) olduğu fark edilir. Bir de (5) bu işlemlerin belirli bir çıkarım (mantûk) ile çalıştığı benimsenir ki bu istidlaldir. Sonuç olarak (6) bütün bu işlemlerin zaman ve mekânla mukayyet yeni bir (muhdes) şey olduğu kabul edilir. Aklın çalışırken kendini müzakere ve mütalaa etmesi, yöntem ve mantık bilimlerini ortaya çıkarmıştır. Fıkhın, usul diliyle kendini ifade etmesini, aklın kendini müzakere ve mütalaa etme yeteneğine (nazar ve istidlâl) benzetmek mümkündür. Aklın soyutlama özelliği (tecrîd) fıkıh bilimini mantık ve usul diliyle ifade etmeyi doğurmuştur. İnsan aklının düşünme biçimi ile ilgili ortak kabul de bu iddiayı destekler mahiyettedir. Bunu fıkıh ve usul ilminin oluşumu ve birbiriyle ilişkisi bağlamında şu şekilde örneklendirebiliriz. Öncelikle bir bilim dalının gerçekliğine ulaşabilmek için yapısal düzen içinde (manzûm) bir varlığının kabulü gerekir. Fıkhın, Hz. Peygamber ve sahabe tarafından var edildiği zihni olarak kabul edilir. Kanaatimizce burada İslâmî ilimler anlamında bir bilimin var olması sahabenin onu uygulaması yani var sayması ile doğrudan bağlantılıdır. Bunun sonraki dönemlerde icma anlayışı üzerinden temellendirildiği tespitini de bu doğrultuda anlamak mümkündür. Daha açık bir ifadeyle, bir İslâmi bilim dalı olarak fıkhın varlığı, sahabenin fetva vererek bu yolu açmasına dayandırılmıştır. Nitekim fıkhın varlığını doğuran temel soru Müslümanların yaşadığı en büyük kriz olan Hz. Peygamber'in (a.s.) vefatının ardından sorulan "ne yapacağız?" sorusudur ve buna verilen en önemli cevaplardan biri "fıkıh/yorum yapmalıyız" olmuştur. Burada fıkıh yapmak, hüküm ve fetvalarla gündelik sorunlara çözüm bulmak anlamını taşımaktaydı. Bu izah aynı zamanda fıkhın, şartların gerekli kılmasıyla ortaya çıktığı ve kendiliğinden (selakatle) varlıktaki yerini aldığı düşüncelerini de özetle açıklar.
İkinci olarak aklın somuttan soyuta gidişi olan nazar, varsayılan bu yapının (manzûm), idrake konu olabileceğini, makulleştirilebileceğini kabul eder. Fıkıh usulü, kendinden önce var olan füru-i fıkhın makul, yani idrake konu olan bir şey olduğunu kabule dayanır. Bu, nazarî bilgiye konu olan şeyin nedenselleştirilebilir (ma'lûl) yani sebep – sonuç ilişkisi içerisinde gerekçelendirilebilir olduğunu da kabul etmektir. Tabi ki bu da söz konusu bilgi kümesinin sınırlanabilir ve tanımlanabilir (mahdûd) olduğunu kabul etmektir. Bununla birlikte akıl belirli bir metot dâhilinde çalıştığından tüm bu işlemler istidlali bir süreç içinde yürütülür. Ayrıca tüm bu faaliyetlerin zaman ve mekân içinde var olduğunu benimsemek gerekir. Dolayısıyla füru-i fıkhın belirli bir zaman içerisinde (ilk üç hicrî asır) nedensel bir formla izah edilebilir, tanımlanabilir ve istidlâli bir yöntemle soyutlanabilir bir yapıda olduğunun kabulü, onu soyut bir dille yani yöntem ve mantık diliyle ifade etmeye imkân sağlamıştır ki fıkıh usulü tam buna tekabül eder.
Nazarî yöntemin ortaya çıkışına dil metaforunu örnek verebiliriz. Hiçbir dil, önce kuralları belirlenip, grameri yazılıp üretilmemektedir. Önce, dil diye bir olgunun varlığı (vucudiyeti ve subutiyeti) kabul edilmekte, ardından nazarî bir usulle o dilin yöntemli ve mantıklı bir izahı yapılmaktadır. Buradan hareketle füruun usule zaman bakımından önceliğini ve usulün daha muahhar bir dönemde fıkhı teorik bir dille anlatma çabası olduğunu görebiliriz. Yani önce dil, sonra gramer; önce fıkıh, sonra fıkıh usulü ortaya çıktı, denebilir. Hatta buna doğa bilimleri de örnek verilebilir. Ancak burada doğada araştırmaya (bilgiye) konu olan tabiatın (şey) doğrudan bir anlam taşımadığı, ancak insan davranışının ve dolayısıyla buna bağlı olarak ortaya çıkmış olan fıkhın eylemlere yönelik bir anlama dayandığı unutulmamalıdır.
Bu anlattıklarımızı teorik bir zeminde (minimal metafizik düzeyde) şöyle ifade edebiliriz. Nesnel bir durum (mahsûs) olmadan ma'kûl de var olamaz. Bu ilke maddi varlıklar için geçerli olduğu kadar soyut varlıklar için de geçerlidir. Meselâ güneş veya bir cami nesnel bir durumu gösterir. Bu somut varlıklara nasıl ve niçin ile başlayan iki tür soru sorulabilir. Güneş nasıl dönüyor? sorusu varlığı bir yere kadar anlamlandırmayı sağlarken; güneş niçin dönüyor? sorusu ilahiyat disipliniyle ilgili bir durumu gösterir. Soyut varlıklar olarak kabul edilebilecek olan insan davranışları veya sosyal olay ve oluşumlar da yine nesnel bir durum (mahsûs) olarak bunların varlığının kabulüne dayanır. Nitekim ahlâk ve değerler de bu temellendirmeye dayanır. Doğal bir obje olan ağac'ın bir ahlâkından bahsedilemezken, tarihten ve insan eylemlerinden değerler ve ahlâk üretilebilmektedir. Bu anlamda fıkhın temellendirilmesi de son derece önemlidir. En genel ifadesiyle fıkıh, hayatı, insanı ve evreni teolojik zeminde ele alır. Yani fıkhın ahlaki anlamda asgari metafizik açıdan aksiyomatik kabulü teolojiktir. Bunun basit ifadesi "fıkha göre ahlakın temeli dindir" şeklinde olur.
Fıkıh ve usulü arasındaki ilişkiyi de bu bağlamda yorumlamak mümkündür. Hatta füru-i fıkıh ilminin ortaya çıkışı bile bu teoriyle izah edilebilir. Şöyle ki, doğrudan fıkıh usulü ilmi ortaya çıkmadan (IV. asırdan) önceki dönemlerde ve hatta kanaatimizce ondan sonra bile füru-i fıkıh kendi varlığını sağlayıcı ve devam ettirici ilke ve işlevlere sahip haldeydi. Bunu "füru fıkıh sistematiği" diye adlandırmak mümkündür. Nitekim Ebu Hanife'nin naslara yönelik küllî bir tutuma sahip olduğu, fetva ve içtihatlarından yola çıkılarak tespit edilebilmektedir. Ayrıca tarihi olarak varlığı kabul edilen (mahsûs) mezhebin, akıl ve idrake konu edilmesi (ma'kul) bir sosyal bilim gözüyle incelenmesi anlamına gelir.
Burada şu hususu da ifade etmek gerekir. Sosyal bilimlerin kavramları, fen bilimlerinin aletleri gibidir. Alet olmadan madde görülemeyeceği gibi kavram olmadan bilginin varlığı bir şey ifade etmeyecektir. Potansiyel anlamda var olduğu kabul edilen ile bilfiil var olan, bilim açısından aynı şey değildir. Fıkıh usulünün Hz. Peygamber, sahabe, tabiin ve müçtehit imamlar dönemindeki varlığını da bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Yani mikroskop bulunmadan önce de insanın elinin üzerinde birtakım organizmalar vardı, ancak bunun var olduğunun bilgisi bu alet ile kesin olarak anlaşıldı. Bir gezegenin keşfi daha gelişmiş teleskoplarla mümkün olmaktadır. Ancak o gezegen, teleskopun keşfinden öncede orada durmaktaydı. Dolayısıyla buradan iki önemli sonuç çıkar: Bir madde veya olgunun potansiyel olarak var olması, onu bilgiye çevirecek alet veya kavramın keşfinden önce bizim için bir anlam ifade etmemektedir. İkincisi ise gerek sosyal bilimler gerekse fen bilimleri için bilgi, mevcudu fark etmekten ibarettir; yani farkındalıktır. Fıkıh ilminin içerisinde yer alan bazı kaideler buna işaret etmektedir. Nitekim "kıyas, hükmün muzhiridir; müsbiti değildir" kaidesinin ifade ettiği üzere kıyasın vahiy ile zaman arasındaki ilişkiyi kurmadaki rolü burada hatırlanabilir. [İhsan Fazlıoğlu, "Felsefe - Tarih İlişkisi". http://fazlioglu.blogspot.com/2018/07/prof-dr-ihsan-fazlioglu-felsefe-tarih-iliskisi.html]
Doç. Dr. Murat Şimşek