Geçmişte bir çırpıda reddettiğimiz bazı hususları derinlemesine düşünmeden o günün şartları altında ale'l acele reddettiğimizi anlıyoruz. Bazen de karşı kutuplar veya kontra hareketler algımızı yönetebiliyor, yönlendirebiliyor. Haccın uluslararası bir İslami yönetim tarafından yönetilmesi böyle çetrefil bir konu. Humeyni Devrimi gerçekleştikten sonra İran bölgede yayılmacı bir politika izlemeye başladı. Büyük İsrail gibi bir de büyük İran projesi gündeme geldi. Bizim gibiler de yağmurdan kaçarken doluya tutuldular. Ya da Suudi Arabistan gibi ülkeleri ehven görerek İran propagandasına iltifat etmediler. Doğrusu İran Devrimi görüşümüzü bulanıklaştırdı. Belki de İran devrimi olmasaydı Suudi Arabistan gibi ülkelere odaklanmak daha kolay olacak ve bu ülkelerin foyası erkenden net ortaya çıkacaktı. Lakin suret-i haktan görünen İran Devrimi hatları karıştırdı ve görüş mesafesini daralttı. İki cephede birden fikri bir savaştan kaçındık ve cepheyi küçültmeyi yeğledik. Lakin sonunda ikisinin bir birbirine çalıştığını gördük. İran muvakkaten de olsa Suudi Arabistan gibi ülkeleri perdeledi. Bizler de skala biçiminde çok yönlü bakışı beceremedik. Şimdi İran bu politikalarının meyvesini devşiriyor. Söz gelimi Suudi Arabistan haccın politize edilmesi bahanesiyle radikal saydığı Sünni kesimden bazı İslami isimlere ve kesimlere kısıtlama uygularken, vize vermezken Şii radikallere açık kapı politikası izliyor. Katar gibi ülkelere vize vermiyor Halife Hafter bölgesinden gelmeyen Libyalı hacıları ise palan pandıras Hafter eşkıyasına teslim ediyor. Böylece haccı kendisi politize etmiş oluyor. Bu nedenle de son yıllarda özellikle de Katar haccın daha doğrusu hac mahallinin yani Haremeyn'in idaresinin beynel milel hale getirilmesini istiyor. Buna Arapça 'tedvil el hac' diyorlar. Bunun öncülüğünü Humeyni ve avenesi, yörüngesindekiler yapmıştır. Bugün ise Faysal Kasım'ın yazdığı gibi 1987 hac faciasından sonra Suudi Arabistan İranlı hacıları rehberler eşliğinde karşılıyor ve onlara birinci sınıf (VIP) muamelesi uyguluyor. Sünni dünyadan benzerleri elenirken Irak'tan Haşd-ı Şabi liderleri rahat bir biçimde 'hacı' olabilmektedir. İran ise bu şantajcı politikasıyla kotaları istediği gibi esnetebilmekte, artırabilmektedir. Sünnilerle Şiiler arasında tutumu konusunda Riyad idaresi sözüm ona Sünni Irak Meclis Başkanı Muhammed el Helbusi'yi hatırlatmaktadır.
Denildiği gibi dünyadan nerede fasık gazeteci zümresi varsa onları hacca davet ediyor. Hatta Hristiyan olmalarına rağmen Lübnanlı Marunilere hediye hac vizeleri veriyor. Dolayısıyla Suudi Arabistan hiçbir kural tanımadan hac menasiki idaresini suiistimal ediyor. Bundan dolayı kutsal mekanların idaresinin yeniden gündeme getirilmesi büyük önlem arz ediyor. Bu elbette tahkiki kolay bir talep değil. Çekişmeyi de beraberinde getirecektir. Hiçbir şeyde anlaşamayan İslam dünyası burada da anlaşamayacaktır. Bu meyanda kutuplaşmalar olacaktır. Bununla birlikte artık geri dönülmez bir süreçteyiz; 'eski hal muhal ya yeni hal ya izmihlal' deyiminin çağrıştırdığı düzeye gelmiş durumdayız. Hacca kota konulduğu gibi yönetimine de kota getirilmeli. Her ülkenin temsilcilerinden oluşacak bir komite kutsal mekanları yönetmeli. İslam İşbirliği Örgütü misalindeki gibi turnike usulü münavebe de olabilir. Sırası gelen veya başkanlığa seçilen ülke o yıl Haremeyn idaresine başkanlık yapabilir. Mısırlı anayasa hukukçusu Abdürrezzâk Ahmed SENHÛRÎ gibilerin kolektif hilafet teklifinde olduğu gibi bu model önce Haremeyn havzasında işletilebilir. Aksi halde keyfilik had safhaya ulaşmıştır ve daha fazla tolere edilebilir düzeyi aşmıştır ve haccın kutsiyetine gölge düşürür hale gelmiştir. İslam'ın beşinci rüknü kötü idarenin tazyiki altındadır. Daha fazla göz yummak kabil değil.
Hac idaresinin yeniden gündeme getirilmesinin temel nedenlerinden birisi 1440 hicri yılı hac mevsiminde Haremeyn'in yoğun yağmur ve sel altında mezbelelik haline gelmesi ve altyapı yokluğunun belirgin bir şekilde ortaya çıkmasıdır. Elbette iklim değişikliklerinin de bunda payı var. Bununla birlikte Suudi Arabistan onca gelirine rağmen bölgeye veya Haremeyn'e gerekli yatırımı yapmamış ve altyapısını yenilememiştir. Konu sağanak yağmurlarla birlikte yeniden gündemle gelmiştir. Dolayısıyla NEOM gibi hayali veya eğlendirici projeler yerine himmetini Haremeyn'e hasretmelidir. Ya da yapmıyorsa ve yapmak istemiyorsa el çekmeli ve ümmete geri devretmelidir. Yani kendi haline bırakmalıdır.
1440 yılı hac mevsiminin ardından bu meseleyi Arab Times adlı Youtube kanalından Filistin asıllı gazeteci Osama Fawzi işlemiş, gündeme getirmiştir. Mesele tartışmaya açılmalıdır zira Suudi Arabistan'ın bu hususta hiçbir mazereti de kalmamıştır. Zira Osama Fawzi'nin ilgili tape veya kayıtta söylediği gibi bizzat Suudi Arabistan'ın kurucusu olan Kral Abdulaziz 1925 yılında Haremeyn'in idaresinin beynelmilel yani çok uluslu hale getirilmesini savunmuştur. Zira ona göre o dönemde Haremeyn'i idare eden Şerif Hüseyin kusurlu davranmaktadır. Haremeyn'e yakışır bir idare ortaya koyamamaktadır. Hatta Kral Abdulaziz bu konuyla ilgili bir konferans da tertip etmiş ve dönemin Ezher Şeyhi Mustafa Meraği gibilerini de davet etmiştir. Şimdi bu tasvir aynen al-i Suud'a intibak etmektedir. Suudi Arabistan böylece kendi tuzağına düşmüştür ve kendi düşen ağlamaz. Şeriatın kestiği parmak acımaz. Osama Fawzi'ye göre hiçbir Suud kralı hacc görevini ifa etmemiştir (https://www.youtube.com/watch?v=nnG81S5YDjQ).
Suudi idaresi sadece Haremeyn'i yönetimiyle iktifa etme niyetinde değil Yüzyılın Pazarlığı ile Kudüs'e kadar uzanmak istiyor. Lakin Salahaddin Eyyübi tarzında değil Enver Sedat tarzıyla ve İsrail'e tarziye vermek suretiyle Haremeyn ile birlikte Kudüs ile Mescid-i Aksa meselesi de ümmetin akidesiyle ve inancıyla alakalı olduğundan ümmet adına İslam İşbirliği Örgütü, buradaki İslami kutsal mekanları doğrudan yönetmek isteyebilir. Zira Filistin'de de bunu yapabilecek ehil bir idare bulunmuyor. Ziyareti makbul olan üç mabet de İslami kolektif idarelerin uhdesine verilebilir ve İslam alemi bunu talep etmelidir. İsrail Kudüs'te, Mescid-i Aksa üzerinde, Suudi Arabistan ise Haremeyn yani Mekke ile Medine üzerinde hükümranlık hakkı iddia etmektedir. Bu üç kutsal mabet konusunda hükümranlık hakkı inanç kaynaklı olarak bizzat ümmetin uhdesindedir. Ümmet adına faaliyet gösteren kurullar geçici veya kalıcı olarak bunu üstlenebilirler. Zira geride ehil yapılar kalmamıştır. Muhammed bin Selman Haremeyn'i Netanyahu ise Kudüs ve Mescid-i Aksa'yı yönetmeye ehil ve yetkili değildir. Büyük yükler cılız omuzlara emanet edilemez. Ama kolektif sorumluluk ortada da kalmamalıdır. Zira 'günümüzde bir İslam dünyası var mıdır?' sorusu hala cevap aramaktadır.