Muhammed Ali Sabuni velüt, üretken bir kalem, kolay yazan ve kolay okunan bir alimdi. Arapçanın nasiyesini yani perçemini tutmuştu. Herkese eğitim ve herkese öğretim kampanyalarını akla düşüren ilim adamlarından birisiydi. Eğitimi yaygınlaştırmak ve okura ulaşmak için popüler bazı yayın evleri kurulmuştur. Herkese eğitim edindirmeyi ve herkese kitap sağlamayı hedeflemektedir. Dini alanda bunu tek başına en iyi yapanlardan birisi Muhammed Ali Sabuni olmuştur. Çetrefil ve ağdalı bir üslup kullanmaktan kaçınmıştır. Bu da onu tefsirin Ahmet Mithat Efendisi yapmıştır. Sadece tefsirde değil ilgilendiği her alanda okura ulaşmayı hedeflemiştir. Hadis ilimleri de buna dahildir. Sufi karakteri ve Eş'ari akidesi onu dönemin İsmail Hakkı Bursevisi yapmıştır. Mizacıyla birlikte yetişme tarzı da onu İsmail Hakkı Bursevi'nin halefi olmasına aday yapmıştır. Zira çocukluk döneminde Halep bir sufi şehridir. Beşşar Esat'ın mutemet adamlarından olsa da Ahmet Bedreddin Hasun'un babası da Halep'in saygıdeğer ve kayda değer bir Rufai şeyhidir. Ebu'l Hüda es Sayyadi'den beri bu şehir Rufailerle de anılmaktadır. Muhammed Ali Sabuni tasavvuf konusunda en fazla Abdulkadir İsa isimli şeyhten istifade etmiş ve bu yolda sonuna kadar yürümüştür. Çevresi de tasavvufla irtibatlı isimlerden oluşmaktadır.
Şeyhi Abdulkadir İsa, Şezeliye Şeyhi Muhammed Haşimi'den icazet almadan evvel çeşitli tarikat şeyhleriyle temasları, oldu ama bu temaslar kendisini tatmin etmedi. İbni Acibe'nin İkazü'l Himem Fi Şerhi'l Hikem adlı eserini okuduğunda şeyh olmasına rağmen bazı makamları anlayamadığını keşfetmiştir. Sırların keşfi için gerçek bir şeyhe bağlanmanın kaçınılmaz olduğunu derk ve idrak etmiştir. Şeyh olmuştur ama tabir caizse kamil olamamıştır. Süreçte bu da ona kendisini hissettirmiştir. Şeyhi Abdulkadir İsa önceleri Muhammed Zemmar, Ahmet Muavvad ve Şeyh Hasan Hassani'den dersler aldı. Şeyh Hassani Kadiri tarikatından icazetli idi ve kendisine de icazet verdi. Lakin mürşit olması tekrar mürit olmasına engel olmadı. Bundan önce de 1939 ile 1942 yılları arasında dört yıl cezbe hali yaşamıştır. Bazı ticaret ve zanaat işleriyle uğraşsa da bu alanda varlık gösteremedi, tutunamadı ve Allah'ın medeti erişti ve kendisini ilim yoluna yönlendirdi. Şabaniye Medresesinde 6 yıl şer'i ilimler tahsil etti ve bu sırada ve sonrasında Hamd Sahası Camii'nde imamete tayin edildi. Buradaki metruk camiyi cemaatle, ilim talebeleri ve tasavvuf aşıklarıyla mamur ve bayındır etti.
Kendisini yetersiz gördüğü için Emevi Camii'nde dersler veren Şazeiliye Tarikatı şeyhlerinden Muhammed Haşimi'nin tedris halkasına katıldı. Ona tutundu. Onun şöyle bir takdirine mazhar oldu: Son gelen sen oldun ama başa geçeceksin. 1952 yılında intisap ettiği şeyhi Muhammed Haşimi ile beraberliği şeyhinin ölümüne dek devam etti.
Abdulkadir İsa, Saha Camii'ni ihya ettiği gibi aynı zamanda İmam Muhammed er Rezzaz'ın ölümü üzerine yine metruk vaziyette olan Adliye Camii'ne tayin edildi ve burasını hem fiziki hem de matefiziki olarak ihya etti. Aşık sineleri Adliye Camii'nde buluşturdu. Bu sayede anılan cami ilim ve zikir meclisi, yuvası haline gelmiştir. Cami çevresine ışık saçmış ve insanlar Mehmet Zahid Kotku'nun tabiriyle tasavvufi hayata meftun olmuştur. Tasavvufi hakikatler yani Hakaik et tasavvuf adlı eseri sahih tasavvuf anlayışının anlaşılmasında ve yayılmasında rehber olmuştur. Burada sapmalarla ve şatahat kabilinden anlayışlarla mücadele etmiştir. Keramete veya keşfiyata yoğunluk verilmesine karşı çıkmış ve istikamet vurgusunda bulunmuştur. Ünü ülkesini ve bölgesini aşmış bütün dünyaya yayılmıştır. Tarikatı şöyle tanımlamıştır: Tarikat şeriatla ameldir. Tasavvufun tamamı ahlaktır ( ahlakı inceliklerdir) bunun üzerine ilave bulunanlar tasavvuf üzerine ilavede bulunmuş sayılırlar.
Kaderin cilvesi
Muhammed Ali Sabuni ve mürşidi Abdulkadir İsa'nın Türkiye ile bağlantılı ortak bir kaderi vardır. Hocası Abdulkadir İsa Hicaz'da ve Ürdün'de kalmış ve ama ölümü Türkiye'de gerçekleşmiştir. Bilahare talebesi Muhammed Ali Sabuni'nin başına geldiği gibi. Bazı dostlarını ziyaret için Maraş'a gelmiş burada hastalığı artmış ve hastaneye kaldırılmıştır. Sonra İstanbul'a nakledilmiş ve burada 26 Ekim 1991 tarihinde vefat ederek Eyüp Sultan semtine defnedilerek meşhur sahabe Halit Bin Zeyd'e komşu olmuştur (1). Hem hocası hem de kendisi İstanbul'un böğründe vefat etmiş ve burada defnedilmiştir.
Abdulkadir İsa 1920 Muhammed Ali Sabuni ise 1930 doğumludur. Mürit ile mürşit arasında sadece 10 yıl fark vardır. İkisi arasında doğum itibarıyla on yıl ölüm tarihleri arasında 30 yıl fark oluşmuştur. Kısaca Muhammed Ali Sabuni şeyhi Abdulkadir İsa'dan 20 yıl fazla yaşamıştır.
Abdulkadir İsa'nın me'sur sözlerinden birisi 'Allah yetevella es salihin' ifadesidir. Yani Allah iyileri korur ve kollar. Hasbunallahu ve nime'l vekil de bunun duasıdır.
Kısaca Muhammed Ali Sabuni'nin ilmi mirası sufi geleneğin bir parçası ve devamıdır. Bu da bazı sıkıntılar çekmesine neden olmuştur. Selefi akımlar tasavvuf konusunda son derece temkinli davranmaktadırlar. Bu çevreler ilmi mirasını elerken tasavvufi eğilimini bir gedik olarak görmüşlerdir. Kendisine oradan yüklenmişlerdir. Daha doğrusu sıfatlar ve tasavvuf konusu selefi akımlarla Muhammed Ali Sabuni arasında bir çekişme alanı oluşturmuştur. Sabuni kendisini savunsa da iftiralara maruz kaldığını yazsa da sonuçta saldırı pozisyonunda değil savunma pozisyonundadır. Nitekim vefatından 38 yıl evvel yani hicri 1404 yılında Mekke'deki görevini bırakmak zorunda kalmıştır.
Neden Muhammed Ali Sabuni, İsmail Hakkı Bursevi'nin muakkibi sayılır? İzinden yürümüş birisidir. Aynı ekol olmasa bile aynı gelenekten beslendikleri ve geldikleri kesin. İsmail Hakkı Bursevi ve şeyhi Osman Fazlı, Halveti tarikatından el almıştır. Muhammed Ali Sabuni ise Muhammed İsa ile bağlantılı olarak Şazeliye geleneğine yaslanmaktadır. Bu vasfı gereği izinde yürüdüğü geleneğin hem dostlarının dostluğuna hem de hasımlarının husumetine varış olmuştur.
Övenleri ile yerenleri arasında Muhammed Ali Sabuni
Yusuf el Kardavi'nin Gazali ile alakalı bir değerlendirmesi var. Elbette şaheseri İhya-u ulumiddin müstakil değerlendirilmelere konu olmuştur. Keza Tuhafut kitabı da öyle. Gazali bir de bir bütün olarak münekkitleri tarafından değerlendirilmiştir. Münekkitleri ile sevenlerini muhakeme eden eserler de olmuştur. Bunlardan birisi Yusuf el Kardavi'ye aittir. Sevenleri ile Yerenleri Arasında Gazali adlı eseri meşhurdur. Necva Hüseyin Bekkar Musa isimli yazar da sevenleri ile yerenleri arasında Sabuni'yi ele almış ve muhakeme etmiştir. Bununla birlikte biz burada Gazali ile Sabuni arasında birebir bir kıyaslama yapmıyoruz. İkisinin yeri apayrı ve üstelik Sabuni hocanın böyle bir iddiası da yok. Bununla birlikte içinde bulunduğu gelenek selefi akımlar tarafından topa tutulmuştur. Dolayasıyla Gazali'ye eleştirenler niye eleştirmişlerse keza Sabuni hoca da aynı tezlerden dolayı eleştirilmiştir. Bu hususta Selefilerle Sabuni hoca geleneği arasında bazı temel farklılıklar vardır. Selefiler eser/Kur'an ve hadis merkezli olup genelde eserlerde tevile başvurmuyorlar. Bu da tutucu olarak nitelendirilmelerine neden olmaktadır. İmam Gazali nas merkezli olarak tanımlanamaz ama İbni Teymiyye nas merkezlidir. İbni Teymiyye'nin temel tezi selef anlayışını yürütmek ve ayakta tutmaktır veya bugünkü deyimle selefiliktir. Bunun karşısında ise bidat kavramı ve akımları vardır (3). Vehhabilik ise bazı dönemlerde bu yaklaşımı daha da uç noktaya vardırmış kelamcıları fakihlerı ve sufileri toptan suçlamış ve karşısına almıştır. Bazen Hariciler gibi ümmeti tekfir eden uç bir noktaya savrulmuştur. Bugün ise Yasir Burhami gibi Selefi İskenderiye ekolünü temsil eden isimler Seyyid Kutup'u nazara vererek ve perde yaparak tekfir akımlarına karşı paratoner olduklarını iddia etmektedirler. Lisanı halleriyle 'hastalık bizde değil Seyyid Kutup'tadır' diyorlar. İbni Teymiyye tasavvufu köksüz (haadis) ilimlerden saymıştır. Buradaki haadis peygamberin hadisi olmayıp bilakis sonradan olma haadis anlamındadır. Halbuki silsile ve ananesi sözel olsa da sonuç itibarıyla dini değerleri veya manevi değerleri yaşatmaya amade olduğundan tasavvuf ilminin ictihadi ve bazı alanlarının zanni olduğunu söylenebilirdi. Onlar için de Sultan Mehmet Fatih'in ifadesiyle 'câhidû Fillah Olupdur Niyyetüm , Enbiyâ ü Evliyâya İstinadım Var Benim' denebilirdi. Fıkıh ilmi nasıl ki içtihadi sahada gelişmişse tasavvufi saha da büyük ölçü de Kur'an ve Sünnete dayanmış ve içtihadi alanda boy göstermiştir. Bununla birlikte geleneğine bidatların bulaştığı Molla Ramazan gibi alimler tarafından da kabul edilmiştir. Buradan şu sonuç çıkar: Tasavvuf toptan alınmayacağı gibi toptan da atılamaz. Ayıklama işlemi gerekir. Bu anlamda Sabuni'nin hocası Abdulkadir İsa'nın ve benzerlerinin yaklaşımı, tutumu bu alandaki tecdidi akla getirmektedir.
Toptancı yaklaşımlar tartışma zeminini büyütmüştür. Tasavvuf ve tarikatları toptan bidat olarak tasvir ettikten sonra bu anlayışı veya yargıyı tersine çevirmek zor olacaktır.
Petrol çağının gelmesi ve küresel zenginliğin Körfez'e akmasıyla birlikte burası bir çekim merkezi olmuş ama Roger Garaudy'nin dediği gibi Vehhabi paraları İslam'ın katı bir versiyonunu seslendirmiş ve küreselleştirmiştir. Muhammed Bin Selman'a göre bilhassa bunu kendilerinden isteyen Batıllar olmuştur. Dertleri İslam'ı karalamak mıydı? Petro dolarlar Vehhabilik anlayışını Necid ile sınırlı ve mahalli olmaktan çıkarmış para gücüyle küreselleştirmiştir. Bu da çatışma ortamını beraberinde getirmiştir. Muhammed Ali Sabuni gibi hocalar bu ortamda yetişmişlerdir. Önce Suriyeli bir alim olarak Mekke'de hüsnü kabul görse bile bilahare Abdulaziz Bin Baz ve Nasirüddin Elbani gibi Vehhabi-Selefi zincirinden ve geleneğinden gelen hocalar eserlerine karşı uyarılarda bulunmuşlardır. Elbani hadislerin sıhhatini değerlendirdiği kitaplarında Sabuni'nin Safvetü't Tefasir adlı eserini elemiş ve okunmaması konusunda uyarılarda bulunmuştur. Elbani hadis sahasında da Muhammed Avvame gibi Eş'ari geleneğine yaslanan muhaddisleri eleştirmeyi itiyat haline getirmiştir. Sık sık meşrep çekişmesine girmiştir. Birleşik kaplar teorisi gereği, İnanç ekseninde, zemininde daraltıcı oldukları gibi fikir zemininde de hoşgörülü olamamışlardır.
Mısır ile Suudi Arabistan'a uğrayarak; Fas'tan Hindistan'a kadar geniş bir alanda Sabuni hocaya reddiyeler kaleme alınmıştır. Bunların sayısı 30'u geçmiştir. Tefsirlerin özü anlamına gelen Safvetü't Tefasir ile tefsir özetlemeleri bu saldırılardan fazlasıyla payını almıştır. Bunun temel nedeni Eş'ari ve Sufi meşrepli birisi olmasıdır. Vehhabi eğilimli alimler özetlediği tefsirlerde Sabuni'nin asla sadakat göstermediğini ve yer yer konu bütünlüğünü dağıttığını ve tefsirlerde yer alan kimi tezleri dolaylı yollarla meşrebine uydurduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu hususta insaflı olanlar olduğu gibi maalesef insafsız davrananlarda çoktur. Tenbihat ve tahzir başlıklarıyla birkaç reddiye kaleme alınmıştır. Bunlardan birisi de Halepli yani hocanın hemşehrisi olan Muhammed Bin cemil Zino'ya ait 'El Tahzir el Cedid Min Muhtasarat es Sabuni fi't tefsir/Tefsirde Muhammed Ali'nin Özetlemeleri Konusunda Uyarı' adını taşımaktadır.
Evet muhtasarlarda yer yer ufak çaplı ilmi emanet tam olarak gözetilememiştir. Bu da işin zorluğundan ileri gelmektedir. Keşke müellifine söyletmek yerine bazı tashihleri ya da karşı tezleri sadece dipnot olarak kaydetse idi. Akideyi veya doğru yaklaşımı koruma tutkusu bazen asla sadakati gölgeleyebiliyor. Ufak tefek meselelerde böyle tutumları olmuştur. Bununla birlikte bir kaşık suda fırtına çıkaracak bir durum bahis konusu değildir. Hatta yer yer itirazcılar veya reddiyeciler Sabuni'yi gözden düşürmek için habbeyi kubbe yapmışlardır.
Hoca İbn-i Kesir, Taberi gibi tefsirleri özetlemiştir. Özetledikleri arasında İsmail Hakkı Bursevi'nin Ruhu'l Beyan adlı tefsiri de vardır. Bu tefsir Taberi Tarihi gibidir. Serdiyat kabilindendir yani bilinen ne varsa sayıp dökmüştür. Kimileri bu durumu hatibu leyl/gece odunculuğu olarak değerlendirir. Gece oduncusu gündüz gözü olmadığından genelde heybesinde veya dağarcığında ne taşıdığını bilmez. Bununla birlikte tasavvufi eğilimli olması karşı tarafın nazarında temel kusurdur. Bu kusur onlara göre bütün eleştirilerin odağıdır. Halbuki, Muhammed Ali Sabuni, Ruhu'l Beyan'a çeki düzen vermiş ve haşviyat kabilinden sayılan dolguları ve safraları atmıştır. Ruhu'l Beyanı eleştirenlerden Muhammed Miğravi, Bursevi'nin hulul inancı taşıdığını ileri sürmüştür. Bu ispata muhtaç bir iddiadır. Gelişi güzel söylenemez. Dayanağı gösterilmelidir. Keza Fahreddin Razi gibi bütün ilahi sıfatları tevil ederek tatil anlayışına gittiğini ileri sürmüştür. Miiravi, Ruhu'l Beyan sahibinin hulul ve vahdet-i vucud anlayışına yatkın olduğunu ileri sürmüştür. Burada elbette sufiler arasında özellikle müteehhir veya halef sufiler arasında vandet-i vucud anlayışı yaygın bir anlayış olduğu söylenebilir. Lakin İmam Rabbani bir yönüyle bu anlayışı tavzih etmiş, vahdet-i şuhud bakışıyla tashih etmiştir. İsmailiye anlayışında olduğu gibi Bursevi'ye hulul anlayışını mal etmek, yakıştırmak yerinde değildir. Vahdet-i vücut selefiler tarafından böyle tevil edilse de vahdet-i vucud anlayışı birebir ve zorunlu olarak hulul anlayışını kapsamaz ve ona köprü değildir.
Sabuni hoca, 'Tenvir el Ezhan Min Ruhu'l Beyan' adıyla Ruhu'l Beyanı dolgularından ayıklamış ve rafine hale getirmiştir.
Muhabbetullah ve aşk-ı ilahi
Vehhabiler ve daha hafifiyle selefiler ile tasavvuf ehli arasındaki çekişme konularından birisi de muhabbetullah meselesine dairdir. Selefiler Allah'a yakarmanın me'surat yani seleften intikal ettiği şekilde olması gerektiğine inanırlar. Yani selef kalıbından ayrılmamalıdır. Ölçülü olmalı ve ölçülü kalmalıdır. Allah'a sena etmekte yine onun gösterdiği yolla olmalıdır. Laubali durumlardan kaçınılmalıdır. Bilhassa şatahat tarzından uzak durulmalıdır. Tasavvuf ıstılahlarında ehli sahv tabir edilen zümre de aynı kanaattedir. Şeriata vurgu açısından İmam Rabbani ile İbni Teymiyye arasında köprü kuranlar dahi olmuştur. Muhammed Abdulhak Ensari tarafından kaleme alınan Tasavvuf ve Şeriat (Sufism and Shari'ah: A Study of Shaykh Ahmad Sirhindi's Effort to Reform Sufism Hardcover/Muhammad Abdul Haq Ansari (Author))kitabı, şeriata vurgu noktasında İmam Rabbani ile İbni Teymiyye arasında benzeri bir yaklaşımı veya vurguyu yakalamıştır. Bu yapıcı ve toplayıcı yaklaşım Mevdudi ve Ebu'l Hasan en Nedevi ekolleri tarafından temsil edilmiştir. Bu ekoller hem İmam Rabbani hem de İbni Teymiyye'ye vurguda bulunmuşlardır. Bununla birlikte zamanla Suudi Arabistan Vehhabileri bu buluşturucu atmosferden rahatsız olmuşlardır. Nedevi'nin sufi ve Maturidi olduğuna parmak basmışlardır. Elbette bu buluşturma çizgisinin olumsuz akisleri Hindistan ve Pakistan'da da hissedilmiştir.
Muhabbetullah noktasında Allah ile kul arasındaki bağlar veya sınırlar nasıl olmalıdır? Allah sizi kendinden sakındırır mealindeki ayetler de Allah ile kul arasındaki ilişkilerde kul açısından ölçülü olunması gerektiğini ortaya koyar. Bununla birlikte sufiler muhabbetullahı ileri aşamalara taşırlar ve aşk seviyesinde ifade ederler. Buna mutlak bağlılık da diyebiliriz. İşte selefi veya Vehhabilerin bu kullanım tarzına itirazları var. Aşk-ı ilahi tabirinin Yunan filozoflarından alınma ve Me'mun dönemindeki tercümeler yoluyla İslam kültürüne sokulma olduğunu ileri sürmektedirler (3). Elbette mecazen de aşk olabilir yani aşkın süfli tabakaları da vardır. Elbette ali tabakası da var. Bununla birlikte genellikle mecazi aşk gerçek aşka köprü olarak görülmüştür. Bu tanım noktasında Selefiler titizleniyorlar. Bununla birlikte sufiler ise aşkın ortak kullanım alanı olsa da ilahi aşkın, aşkın (müteal) bir mertebede olacağını ifade etmektedirler. Heva dolu aşk başka, 'aşkın bir tutku' ise daha başkadır. Nitekim Bakara Suresinin 165'inci ayetinde şöyle buyrulmaktadır: İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha büyüktür, şiddetlidir. Demek ki bu ayetin mucibince Allah müminlerden kendisini, şirk koşanların şirk araçlarına karşı olan muhabbetlerinden daha şiddetli sevmelerini istemektedir. Nitekim Sadettin Taftazani, Kırk hadis şerhinde bu meseleyi tartışmış ve aşk-ı ilahi kavramının kullanılmasında bir beis olamayacağını ifade etmiştir. Lakin bu sevgi bayağı değil aşkın bir sevgi olmalıdır.
Bu selefi reddiyelerde Rabiatü'l Adeviyye'nin de muhabbetullah veya aşk-ı ilahi tarzı eleştirilmektedir.
Elbette Sabuni'ye yöneltilen eleştiriler arasında hadis konusunda titiz davranmaması da vardır ve nitekim tefsir alanında Salebe Bin Hatip el Ensari'nin zekat vermekten kaçınması hususunda zayıf hadislere dayandığı, başvurduğu suçlaması yapılmıştır. Bu meselede orta bir yol bulunabilir. Mesele Salebe meselesinden ötedir ve örnekleme –zayıf ya da değil-ispatlanmak istenen durumla alakalıdır. Kısaca gerçekte olmasa bile temsilen de olsa bu kıssanın ifa ettiği anlam ve yaklaşım müfessirleri cezbetmiştir. Anlatılmak istenen ibreti vermiştir. İsrailiyat meselesi de bu tartışmalar arasındadır. Halbuki, selefilerin itimat ettiği İbni Kesir de İsrailiyat noktasında daha fazla gevşek veya özensiz davranmıştır. Burada selefiler bir çifte standartçı davranış sergilemektedirler. Kendi referans isimlerinden olunca ses çıkarmıyorlar ama muhalif addettikleri olunca da affetmiyorlar. Ancak bazı zayıf hadisler veya İsrailiyat kıssaları genelde tefsirlerde isti'nas örnekleri olarak verilmiştir.
Selefilik ile Eş'arilik arasında Ehli Sünnet!
Selefilerle Eş'arilerin dolayısıyla Maturidilerin ilişkileri sancılı olmuştur. İki taraf da zaman zaman birbirlerinin yöntemine saygıda kusur etmiştir. Bu onun anlayışıdır diyerek meselenin peşini bırakmamışlar aksine kaşımışlardır. Burada yöntemler arası yapıcı bir bakış tarzı sezilmiyor. Esasında İmam Malik'in 'arşa istiva' konusunda söyledikleri noktada kalınmış olsaydı çekişme ortamı da oluşmayacaktı. Bazen eleştiri veya reddiye yapılırken bayağı bir dil kullanılmış yani incitici olunmuştur. Arada ortak alan teşekkül etmiş ve geçişlilik (tedahül) yakalanmış, sağlanmış olduğu gibi aynı zamanda ayrışma noktaları da zuhur etmiştir. Sıfatların tevili meselesi en önemli ayrılık konuları arasındadır. Abdulaziz Bin Baz ve kimi selefi alimleri ehli sünnet tanımını parçalamışlar ve Eş'arileri Ehl-i Sünnete en yakın mezhep olarak görmüşlerdir. Daha doğrusu bazı alanlarda Sünni bazı alanlar da ise ehli bidat veya ehli sünnet dışı görmüşlerdir. Toptan bir tanımda bulunmamışlardır. Veya bir bütün olarak değil de parçalı olarak Eş'arileri ehli sünnet çatısı altına ve kategorisine sokmuşlardır. Sıfatların tevili, rububiyet ve uluhiyet tevhidi gibi konularda ayrı düşmüşlerdir. Selefiler sıfatları tevil etmezken rububiyet ve uluhiyet tevhidi diye de ayrıma gitmişlerdir. Eş'ariler ise bu ayrıma katılmamışlardır. Tasavvuf konusu da aradaki pürüzlü konulardan birisidir. Muhammed Ali Sabuni'ye yönelttikleri temel eleştirili üç temel noktada düğümlenmektedir. Bunlardan birisi tevhide aykırı hareket ve tutum ve görüşler sergilemek. İkinci nokta ise hadis konusunda yeterliliğe haiz olmaması. Üçüncü nokta ise tefsirinde Eş'ariler ve Mutezile mezhebinden alıntılar yapması ve Kur'an'da mecaz ve kinaye gibi hususların olduğuna inanmasıdır (4).
Tezleri savunurken Eş'arilerin yaptığı gibi aklileştirmek ve aklileştirme aşamasında Mutezile gibi Yunan filozoflarının araçlarına başvurmak selefilerin itiraz ettiği noktalardan birisidir. Eş'ari ve eserlerini bu kapsamda görüyorlar. Lakin en son eseri olan El İbane fi Usuliddiyane kitabında selef anlayışına döndüğünü ve tevilattan kaçındığını ileri sürüyorlar. Lakin bu konu Eş'arilerle Selefiler arasında tartışmalı yönlerden birisi olarak kalmıştır. Kevseri gibi alimler el İbane kitabına yabancı eli değdiğini yani katma karıştırma ( des) yapıldığını ileri sürmüştür. El İbane ile Tahavi Akidesini kendi metotlarına uygun telakki etmişlerdir. Bu kitapları kelam yöntemine dayanmaktan ziyade selef anlayışıyla bütünleşmiş olarak görmektedirler. Özellikle İbni Ebi'l İz'in Tahavi şerhi selefiler nezdinde makbul bir anlayışı temsil etmektedir. Bununla birlikte maalesef hem El İbane hem de İbni Ebi'l İz'in şerhi hakkında daha doğrusu orijinal olup olmadıkları hakkında taraflar arasında bir uzlaşma sağlanamamıştır Bu hususta Eş'ari isminden ziyade anlayış ve zihniyet öne çıkmaktadır. Böylece ihtilaf ortada kalmaktadır. Bununla birlikte Ebu'l Hasen el Eş'ari'den ahir ömründe menkul olan bir söz şöyledir: Ehli kıblenin tekfir edilmesi noktasında özen gösterilmelidir. Yani tekfir meselesinde hassasiyet gözetilmesini istemiştir. Herkes birbirine karşı hassasiyet gösterse fikri ihtilaflar ortadan kalkmaz belki ama yine de idare edilebilir hale gelebilir.
1- https://tarajm.com/people/10083
2-İbni Teymiyye'nin Fıkıh Düşüncesi, S: 287, Beka Yayınları
3- Et Tahzir el Cedid Min Muhtasarat es Sabuni fi't Tefsir, s: 53, 54 , Daru'd Tuhef en-Nefais Littibaati ve'n Neşr ve't Tevzii, Riyad
4- Mecelletü'l Ulum el İslamiyye, Birinci Cilt İkinci Sayı, Aralık 2018, Necva Hüseyin Bekkar Musa, Muhtasarat eş Şeyh Muhammed Ali Sabuni beyne kadihin ve madihin, s: 91
Mustafa Özcan