Ümmeti bölecekleri için 'iki emire veya halifeye biat edildiğinde onlardan birisini etkisiz hale getirin' mealinde bir hadis vardır. Bununla birlikte Asr-ı Saadet'in son döneminde veya uzatmalarında Kufe ile Şam arasında (Hazreti Ali ardından H. Hasan ile Muaviye Bin Ebi Süfyan) hilafetin iki odağı arasında çekişme yaşanmıştır. Ardından Abdullah İbnü'z Zübeyr'in hurucuyla birlikte Hicaz baş çekmiş ve Şam ile yollarını ayırmıştır. Emeviler hile ve desise yolu ile önce Hazreti Hasan'ı ikna ederek uzlaşma yoluna gitmişler ve bunun sonucu muvakkaten Hazreti Hasan hilafetten el çekmiş ve feragat etmiştir. Lakin bu feragat Yezid'in veliahtlığını kapsamamaktadır. Bu arada Hazreti Hasan zehirlenerek öldürülmüş, böylece vasat Yezid'in veliaht yapılmasına müsait hale getirilmiştir. Ardından da Abdullah İbnü'z Zübeyr tenkil edilmiş ve Hicaz bağımsız devletine son verilmiştir. Lakin olayların akışı ve baskısı altında yorulan Emevi iktidarı yüzyılı çıkaramamıştır. Bu çalkantılar daha sonra çok odaklı hilafet kabullerine ve anlayışlarına kapı aralamıştır. Fakihler, bilahare hilafet odakları arasında coğrafi mesafe ve engeller varsa bunları meşru sayma eğilimine gitmişlerdir. Şartlar, hilafetin sayısını ve meşruiyetini belirleyici olmuştur. Uzaklığı meşruiyet kaynağı ve mazeret nedeni saymışlardır. Kargaşa ve fitne ortamları nedeniyle İslam siyasi ve idari hukuku yeterince gelişememiştir. Yasal uygulamalar keyfiliğe kurban edilmiştir. Bunun nedeni durumdan vazife çıkartan fitne odaklı istibdat eğilimidir. Müstebitler halk ve halk iradesini susturmak için fitne bahanesine başvurmuşlardır. Bu mesele günümüzdeki yabancı müdahalesi ve komplo teorilerini akla getirmektedir. Elbette bu tezlerden bir kısmı haklı olmakla birlikte bir kısmı da istismar konusudur. Azil fıkhının gelişmemesi isibdadı körüklemiş ve kökleştirmiştir. Tek yanlı uygulamalar tıkanmayı beraberinde getirmiştir. Değişim daima sancılı ve hukuki değil fiziki olmuştur. Sultanlar görev sürelerini doldurarak değil de ölümle iktidardan çekilmişlerdir. Fitne ile ortamı kargaşaya sürükleyenler muratlarına ermişler ve buradan da kabile etkisindeki tuleka (genel afla serbest bırakılanlar) iktidarı doğmuştur. Şura sisteminden sapmak ve ehli hal ve akd denilen ve sayları bire kadar indirilen kimselerin seçici oldukları ortamlar, istibdadı beslemiştir. Bir de azil meselesinin kurallara bağlanmaması ve fitne bahanesiyle zorlaştırılması istibdadı köklü hale getirmiştir. İsyanları ve huruç çabalarını da körüklemiştir. Bu nedenle pederşahi siyasi skolastik anlayış egemen olmuş ve Emevilerden Osmanlı sonuna kadar ısırıcı saltanat olarak devam etmiştir.
İslam'da idare tuleka ve mütegallibe ruhuyla ele geçirildiği için içtihadi ve normlara tabi ve teorik kurallar fazla gelişmemiştir. Buna örnek halifenin bir defalığına ve ömür boyu seçilmesidir bu kurala tabi değil gelenekseldir. Abrdulvahhab Hallaf'ın dediği gibi hilafet anayasaldır. Yetkileri yasalarla sınırlanmıştır. Yetkilerin ucu açık değildir ve sınırlı ve sorumludur. Halifenin bir defalığına ve ömür boyu seçilmesi bir kural değil fiili (de facto) uygulama ve tatbikattır. Şer'i olup olmadığına dair herhangi bir kayıt yoktur. İçtihatlarla bu durum düzeltilebilirdi ve hala da düzeltilebilir. Sadece Abdullah ibni Ömer gibiler Basra ve Mısır'dan isyancılar gelince Halife Hazreti Osman'dan çapulculara boyun eğmemesini aksi taktirde bunun bir sabıka ve yol olacağını ihtar etmişlerdir. Halifenin indirilmesi veya halifenin görev süresinin tayini bu yolla belirlenememiş ama halifenin isyan ve kargaşa ortamında öldürülmesi ve suikasta kurban gitmesi yol ve yordam olmuştur. Senaryolardan en kötüsü gerçekleşmiştir. En kötü örnek, en kötü çığır yaşanmıştır. Bu itibarla Abdullah İbni Ömer gibilerinin tavsiyesi ya da Hazreti Osman'ın 'Allah'ın giydirdiği gömleği çıkarmam' şeklindeki ifadeleri ümmeti en kötü senaryo ile karşı karşıya bırakmıştır. Bu noktada şöyle denilebilir: Keşke başa dönme imkanım olsaydı da hilafını yapsaydım. Asr-ı saadetteki ilk uygulamalardaki örnek yetersizliğine ya da kıtlığına bakarak bu idari sistemin cumhuriyet sistemine, uygulamalarına benzemediğini söyleyenler acaba raşit halifeler modelini başka neye benzetiyorlar veya uyduruyorlar? Hilafet fıkhı çerçevesinde geliştirilen ideal değil de fiili (de facto) hukuk da kimi zaman zihniyet sapmalarına neden olmuştur. Sözgelimi ahkam-ı sultaniye ifadesi asla uygun bir tanım değildir. Ahkam ile sultanlık bir araya gelmez. Krallar Kur'an beyanıyla girdikleri diyarların (kura) altını üstüne getirirler. Kralların kuralları yoktur. Dolayısıyla ahkam-ı sultaniye (saltanat hukuku) zıtların buluşmasıdır. Hilafet hukukuyla ilgili doğru kullanım es siyesetü'ş şer'iyye terkibidir. Bunu da İbni Teymiye gibi zevat kullanmıştır.
Arapçada 'ma eşbehe elleylete bi'l bariha' diye bir tabir vardır. Bu gece ne kadar da düne benziyor. Osmanlı'nın yıkılmasıyla birlikte bir takım fırsatçılar belirdi, boy gösterdi. İngilizlerden izin alabilseler belki de Osmanlı'nın yerine göz dikeceklerdi. Mısır Kralı Fuat ve Hicaz Emiri Şerif Hüseyin bunlardan ikisidir. Lawrance'den önce, Wilfrid Scawen Blunt Araplara bir hilafet vadinde bulunmuştur. Ama bu kuvveden fiile geçirilmemiş sadece Arapların ağzına bir tutam bal olarak çalınmıştır. Arkası gelmemiştir. Araplar da meseleyi kavradıkları için kurcalamamışlar, işin peşine düşmemişlerdir. Nasıl olabilirdi ki ruhlarına kölelik çökmüştür! Osmanlı sonrasında Irak Kralı Faysal utanmadan şöyle söyleyecektir: Ben İngiltere kralının mücerret bir memuruyum! Halbuki, Araplar da bizim gibi 'çamurdan olsun benim olsun' derler. Ya da 'taştan olsun benim olsun' diyenlerdendir. Faysal gibiler aşağılık kompleksiyle birlikte İngiltere'den taç istemedikleri için taçsız kral hükmüne düşmüşlerdir (https://www. echoroukonline.com/ el melike gayrü'l mütevvece, Muhammed el Hadi el Haseni).
Abbas Mahmut Akkad'ın 'İslam'da Demokrasi' adlı risalesinde ilginç bir isimle karşılaştım. Adeta Ali Yakup Cenkciler'in öncü kuşağından birisi. Makedonya asıllı bir Türk olan Hasan Hüsnü Toyrânî (Doyurani) Kahire'de doğmuş ve yine ahir ömrünü yine Kahire'de geçirmiş birisi. Demek ki -öyle derler- Nil kendisini bir defa daha kendine çağırmış, çekmiş. Türkiye'de iken İnsan dergisi çıkarmış ve ardından çalışmalarını Nil kıyısında Kahire'de devam etmiş. Telif ettiği eserlerden birisi şu başlığı taşımaktadır: Maḳāle fî icmâli'l-kelâm ʿalâ mesʾeleti'l-ḫilâfe beyne ehli'l-İslâm (Kahire 1309). Müslümanlar Arasında Hilafet Tartışmalarına Dair Hülasa bir Makale başlığını taşıyor. Abbas Mahmut Akkad'ın bahsettiği çalışma budur (Ed Dimokratiyye Fi'l İslam, Daru'l Yakin, s: 80/84).
Toyrânî geçmişten geleceğe çok kimsenin hilafet iddiasında bulunduğunu söylemiştir. Abdullah İbni Sebe'nin somutlaşmış hali olan Ubeydullah Mehdi gibi birçok kişi mehdiyet ve mehdilik iddiasında bulunmuştur. Bunlardan bir kısmı da hilafet iddiasındadır. Fas'ta İdrisiler bunlardan birisidir. Kral İkinci Hasan'ın dedesi Birinci Hasan hilafet iddiasında bulunanlardandır. Duruşu ve kalkışı halifeye pek yakışmasa da torunu İkinci Hasan 'emirü'l müminin' sıfatını taşımış ya da iddiasında bulunmuştur. Keza İkinci Hasan'ın oğlu 6'ıncı Muhammed de aynı iddiayı sürdürüyor. İslam İşbirliği Teşkilatına bağlı Kudüs Komitesi Başkanı olsa da daha ziyade dostluğunu Yahudilere hasrediyor. Soyları İdris el Ekber'e yani İmam Hasan bin Ali'ye dayanıyor.
Nasirüddin Şah ve Muzafferüddin Şah gibi acem sultanları da Humeyni'den önce de kendilerini Al-i Beyt ile iliştirmişler ve bu sıfatla imamet veya hilafet iddiasında bulunmuşlardır. Dönemin Ferhengi İsfehan gibi gazeteler Tahran'ı, Hilafete Nasiriyye'nin makarrı ve pay-ı tahtı ilan etmişlerdir. Bugün Yemen'de Carudiye ekolünün uzantıları olan Husilerin merkezi olan Sa'de bölgesinde de aynı dönemde Şerafeddin ve çocukları hilafet hakkının kendilerine ait olduğunu söylüyorlar, nedeni de soylarının Hazreti Hüseyin'e dayanmasını gösteriyorlardı. Bu açıdan kendilerini soyları Hazreti Hasan'a dayanan Fas Krallarından daha ehil, layık görüyorlar. Zira onlara göre Hazreti Hasan Emevilerle pazarlık yürüterek imajında gedikler açmıştır. Hilafet hakkından feragat etmiştir. Halbuki anlaşma tam böyle değildir. Muaviye'nin vefatından sonra Yezid'e biat yerine statükoya geriye dönülecekti, lakin atı alan Üsküdar' geçmiştir.
Şerif Hüseyin hilafet meselesine sulansa da cesareti gerisini getirmeye yetmemiştir. Muhammed Bin Abdulvehhab'ın muakkipleri ve çizgisinden yürüyenler de meşreplerinin doğruluğuna inanarak, itimat ederek bu alanın tek süvarisi kendilerinin olduğuna inanıyorlardı. San'a emirleri de kendilerinin hilafete daha layık olduklarına inanmaktaydılar.
İslam dünyasının yeniden çalkalanma günlerinde eski hilafet odaklarının yeniden boylarını uzattıkları ve eski iddialarını tazelediklerini görebiliyoruz. Tarih aynasında değişen bir şey yok. Kafa karıştırmaktan ve zihin çalmaktan başka bir başarıları da yok. Hilafet elbette kızıl elmadır.
Durum bir Arap şiirinde denildiği gibidir.
Herkes Leyla ile vuslat (buluşma-kavuşma) iddiasındadır lakin Leyla onlardan bihaberdir.
"İslam dünyasının yeniden çalkalanma günlerinde eski hilafet odaklarının yeniden boylarını uzattıkları ve eski iddialarını tazelediklerini görebiliyoruz."
— Fikriyat (@fikriyatcom) March 8, 2021
Mustafa Özcan'ın kaleminden✍🏻
"Günümüzde hilafet odakları"https://t.co/1ahOiVhhAI