İçime, elerimin içinden kayıp giden sadece zihnin ve gönlün dokunabildiği ve yakalayabildiği maziyi elekten geçirme, tayyetme arzusu düştü. Gönül ve zihin ikliminde maziye doğru bir yolculuk yaptım. Karşılaştığım duraklardan birisi Bekir Uysal hoca ile geçirdiğim vakitler idi. Bunu ayrı bir fasılda, bağımsız bir fısta (dilim) içinde ele almak gerekir.
Pandemi mevsimi yaprak dökümü oldu. Birçok dostu vebaya kurban verdik. Birçok dost ise ölümün pençesinden döndü, mevsimin değişmesini bekliyor. Öncelikli olarak bu mevsimdeki kayıplarımızı anıyor ve hatıralarına değiniyoruz. Buna mukabil içimden bir ses ise şöyle fısıldıyor: "Hep kayıplara değiniyorsun, diriler değinmeye değmiyor mu? Sıra onlara ne zaman gelecek?" Henüz ahirete göçmemiş, uğurlamadığımız ama bu süreçte mail-i inhidam olan bünyeleri ve sınırdakileri anmak da boynumuzun borcu. Ölenler kadar yaşayanlar da değerli! Bunlardan birisi olan Bekir Uysal hocam bazen deli bal nedeniyle hastaneye bazen de, ahirete uğurladığımız ortak dostlardan Musa Alemdaroğlu gibi kolundaki fıtıklar aldırmak için bıçak altına yatıyor. Son sıralarda yine baba yadigarı (Selahaddin Ünsel'in mahdumu) Şaban Ünsel de hastane hastane geziyor veya geziniyor. Asker yoklaması gibi ömrün son demlerinde de ölüm yoklaması geliyor, çıkıyor. Hepimiz de bir nebze hastalıkların pençesindeyiz. Ölüm ve habercisi hastalıkların yoklamasındayız.
Laf lafı açsın diye biraz girişi uzun tuttum. Sadede gelmek gerekirse; bugün alışıldık kalıpları kırarak Bekir Hoca eşliğinde hatıralara bir Şam - Anadolu turnesi yaptırma niyetindeyim. Bekir Hoca eski dostumdur ve dostların ve dostlukların çetelesini tutar. Minnettarım. Biz biraz dağıttık o ise yerli yerinde ve dostlukları koruyor ve dağılanları toparlıyor. Onunla dostluğumuz zamanın eleyemediği, eskitemediği ender dostluklar arasındadır. Bu husustaki fazilet yine ona ait. İnşaallah dostluğumuz Allah namına ebediyet kazanır. Hayat menzillerinden, duraklarından birçoğunda yan yana düştük.
Bunlardan birisi de Şam faslıdır. Ardından Sakarya ve İstanbul fasılları gelmiştir, Bekir Hoca ile en yakın olduğumuz devre bu devredir. Bekir Hoca Şam'ın tepelerini mesken tutmuştu. Şam'ın tepelerinde kalıyordu. Hem Furkan Medresesinde okuyor hem de Hidaye Camii'nde imamlık yapıyordu. Ben de sık sık yanına gidiyor ve birlikte Nuru'l İzah Şerhi Meraki'l Felah kitabını mütalaa ediyorduk. Bekir hoca hem yaş ve hem de kıdem itibarıyla benden öndeydi. Hafızlık onun uğurlu ayağıydı (hoş kadem) ve bu vesile ile imamlık görevi bulması kolay oluyordu. Hazır kıta elemandı. Ayağı her sektiğinde imdadına Kur'an yetişmiştir. Kur'an'ın kerametine mazhar olmuştur. Bazen kahvaltı da bazen de öğleden sonra bir araya gelirdik. Bazen gecelediğim de olurdu ve yatsı ve sabah namazları adeta bir şölendi. Zannediyorum kışın sabahları camide gaz yağıyla ısınan soba yanardı. Bekir Hoca oldum olası enerji tasarrufunda daha doğrusu ısıdan tasarrufta bulunmazdı. Bu nedenle onunla geride kalan hatıraların izine muhakkak bir sıcaklık da vururdu. Gazsa gaz odunsa odun yakar mutlaka bulunduğu yeri ısıtırdı. Dolayısıyla Bekir Hoca zevkli ve hünerli bir adamdı. Değme gurmeye taş çıkartan kahvaltılar hazırlardı. Sofrası dillere düşse ve zengin olsa da Celal Talabani bile böyle değme kahvaltı hazırlatamazdı. Bu bir özen ve zevk işi. Hidaye Camii'nden Şam'ı gözlerdik. Geceleyin gözlerimizin uzandığı yerler ışık kümesine dönüşürdü. Şam ayaklarınızın altına serilirdi. Ufka baktığınızda Camii Emevi ve adacığını görürdük.
Ben ise zannederim Bekir hoca ile buluştuğumuz günlerde Addas Camii'nin haziresinde kalıyordum. Öyle bir yeri Mısır'dan geldikten sonra 12 Eylül ortamında Gayrettepe'deki Birinci Şube'nin mahzeninde görmüş ve yaşamıştım. Bazen meteliksiz kaldığım günler de oluyordu. Bekir Hoca'nın bulunduğu mekana yaya yürüyerek ulaşmak zordu. Bir defasında Addas Camii'nin hizasında 'bağrir' denilen tarzda türü satan ve tatlılar kadar kendileri de tatlı olan komşumuz dükkan sahiplerinden otobüs bileti için borç aldığımı bilirim. Bazen Bekir Hoca'nın yanından akşama doğru veya karanlıkta şehrin merkezine süzülüyordum. Bazen dönüşte karnım da acıkıyordu ve Mercii veya üzerindeki Meydan bölgesinde seyyar satıcılarla karşılaşıyordum. İçimden sattıkları pişmiş sakatattan almak geçiyordu. Lakin açlığımı ve karın gurultularımı utangaçlığım bastırıyordu. Açık alanda yemek adeta bende çıplakmışım gibi bir his uyandırıyordu. Her defasında seyyarların önünden ve yanlarından sadece bakarak, göz gezdirerek geçiyordum. Addas Camii'nde unutulmaz hatıralar yaşadım ve Şamlıların çok iyiliğini gördüm. Alacakaranlıkta yani sabah vakti eni yarım veya bilemediniz bir metre ve uzunluğu ise üç metre olan müştemilattan ibaret meskenimizden çıkarak ıssız arka sokaklardan, yollardan Fethü'l İslam Medresesine giderdim. Tek başıma yaptığım ıssız ortamdaki medreseye doğru sabah yürümelerindeki huzuru başka hiçbir yerde tatmadım. Adeta sabahın seherinde yüzümüzü okşayan meltem ile Şam'ın ruhaniyeti içtima eder ve huzur iklimi olarak geri dönerdi.
Celal Talabani Harun Reşit sofrasıyla ya da Bin Bir Gece masallarında anlatılan sofralar ile ünlense ve anılsa da kendisi nasılsa sol cenahtan sayılıyordu. Solcu gözükmesine rağmen her devrin ve her adresin bilhassa İsrail'in adamı olarak solculuğunu Amerikan siyasetiyle harmanlamıştı. Nedense SSCB tarihe karıştıktan sonra Amerikalılar sol patentli Celal Talabani gibi her dönemin adamlarına merak salmışlardı. Onları yeğliyor ve bağırlarına basıyorlardı. Geçer akçe döneklik ve dönekler idi. O da Demirel gibi misafirine göre kitap vitrinlerini değiştiriyor ve yeniden düzenliyordu. Mam amca Makyevelli'in çağları aşan has talebelerindendi. Ya da yanmaz kokmaz teflon marka siyasetçi idi. Washington ise dönekliği ve her dönemin döneklerini baş tacı ediyorlardı. Zira onlar kullanılmaya amade tiplerdi ve SSCB'nin yokluğunda kendilerine hami arıyorlardı ve yolda ABD ile karşılaştılar. İslami kesimlere karşı solu SSCB asaleten kullanırken ABD vekaleten kullanmıştır. Soldan geriye din ve dindarlara ve yerleşik değerlere nefretleri kalmıştı. ABD'nin bu kimyaya ihtiyacı vardı.
Bekir Hoca'nın sofrası Celal Talabani'nin sofrası kadar zengin olmasa da bize yetiyordu. Bekir Hoca'nın sofrası Şam ürünleriyle doluydu. Süzme yoğurt ve üzerine gezdirilen zeytinyağı ve onun yanında bazen zeytinyağlı humus ve kaliteli zeytinler bulunurdu. Çeşit az ama kalite kallavi idi. Ondan ötesine Şam'da kayısı derler! Ogünler için Bekir hocaya hala minnettarım. Ama kahvaltılar ve kültürel ortam, mekan değişse de hiç değişmedi.
Sakarya'da tekrar buluştuk, bir araya geldik. Mirimiz ve pirimiz Ali Taşceken'in dükkanında, Bekir hocanın depremde yıkılmadan önce Tozlu Camii'de faaliyet gösteren müftülüğe uzandığını duydum ve ben de koşarak bir adımda müftülüğe gittim. Kopukluk gitmiş ve tekrar buluşmuştuk. Ayrılan yollarımız yine kesişmişti. Hoca müftülüğe vazife ayarlamaya gelmişti. O dönemde birkaç yerde fahri hocalık yaptı. Yine hafızlık imdadına yetişti ve Erenler ile Tabakhane'nin kesiştiği mekanda yani bizim eve birkaç dakikalık mesafede yapılmakta olan Doğan Bey Hafize Hatun Camii'nde göreve başladı. Ben de Mısır'dan gelmişim ve dost arkadaş arıyorum. Bekir hocayı gökte ararken yerde buldum. Gidip geliyoruz. Daha doğrusu Şam'dan beri kaçırdığımız kahvaltıların kazasını yapıyoruz. Yine kaderin bir cilvesi birlikte Meraki'l Felah'ın şerhi olan Tahtavi'yi okuyoruz. Yani Şam'da bıraktığımız veya kaldığımız yeri tamamlıyoruz. Oradan ilerliyoruz. Bazen bizim Şems'imiz (Tebrizi) Tayyar abi de uğruyor. Bayramlarda henüz natamam camide birkaç kez olmalı ben amatör bir şekilde vaaz veriyor ve Bekir Hoca da hutbe okuyor ve namaz kıldırıyordu. 1985 senesinde genç denebilecek bir yaşta Hendek'te sırladığımız Saatçi Burhan abi de Bekir hocaya minareye tırmanma teknikleri öğretiyordu!
Sıralamayı unutuyor olabilirim bir ara Bekir Hoca şu an Bekir Paşa Belediyesi olarak anılan Tavuklar Köyünde Pir Ahmetler Mahallesindeki eski camide imamlık yaptı. Bekir hocadan sonra eski çami yıkıldı ve yenisi yapıldı. Zannediyorum belki de o dönemde İstanbul'da Bağdat Caddesi Göztepe semtinde tercümanlık yapıyorum, Ya da hala Sakarya'dayım. Cumartesi ya da pazar günleri Bekir Hoca'nın yanına damlıyorum. Birbirimizi tamamlıyoruz.
Genelde demlendiğimiz yerler Orhan Camii ve muhiti. Ya kitapçılara ya da İdris Aleyhisselamın çırakları, meslektaşları terzilerin yana takılıyoruz. Orhan Camii ile Uzun çarşı arasındaki geçitlerden birisi terziler geçidi ve sokağı idi. Ali Taşçeken ağabeyin dükkanında meczuplar eğleşirdi. Biz de onların nefeslerinin şekillendirdiği asude iklimi solurduk. Merhum Sefa Özsu da bize eşlik ederdi. Vakitlerimiz genelde onunla geçerdi. Bekir Hoca vazife başındaydı. Hafta sonları köye geldiğimde bazen açık olan radyodan yanık nağme sesleri dökülür ve kulaklarımıza aksederdi. Bende sevdiklerine ulaşamayanlara özgü (mevtur) gözyaşları billur olur ve gayri ihtiyari yanaklarımdan süzülürdü. Bunu Bekir Hoca da fark ederdi ama bir anlam veremezdi. Bunlar aşk yarasının izleri idi. Bekir Hoca sonraları öğrenmiş-kimden öğrendi ise- benim meczuplar tekkesinin veya sokağının aşığı olduğumu anlamıştı. Benim Mona Rosa'm o sokakta idi. Ben de ketum bir şahsiyettim. Seyyarlardan yemek yiyememem gibi gönül dünyamı en yakın dostlarıma bile açamıyordum. Bekir Hoca vakadan 35 yıl sonra iki de bir bana takılır. Ben de hala renk vermemeye özen gösteriyorum. Gönül dünyamız aşk iksiriyle yoğrulmuş; bezen soğumuş halde acılaşan tadını duyumsuyoruz. Aşk vuslata dönüşürse normalleşir, hicrana dönüşürse acılaşır. Meczuplar sokağındaki bu platonik aşkla ilgili Arapça şiir denemelerim de olmuştu. Bekir Hoca bir ara Tavuklar'dan ayrıldı ama ben nenem ile babamın naşını oraya tevdi ettiğimden oradan hiç ayrılamadım. Ruhum hala nöbette . Depremden sonra kaderin sevkiyle ailemiz oraya taşındı. Bana İsmimi veren rahmetli nenem ile babamı Bekir Hoca'nın yıkılan camisinin haziresinde yükselen selviler altındaki mezarlıkta sırladık. Uyanmak için İsrafil'in surunu bekliyorlar. Dolayısıyla orada hatıralara hatıralar karıştı.
Bekir Hoca ile yollarımız İstanbul'da; Pendik Dolayoba'da da kesişti. Cevizli istikametinde seyreden banliyö trenleriyle Pendik'e kadar gelir ve oradan minibüsler vasıtasıyla Dolayoba'ya vasıl olurdum. Zannederim Bekir Hoca burada resmi görevli idi ve ben de Minimak Asansörlerinde tercüman olarak çalışıyor ve vakit buldukça kendimi Bekir Hocanın yanına atıyordum. İstanbul'da bir ben bir de kitaplarım vardı. Başka kimsem yoktu. Bazen Bekir Hocanın yanında soluk ve nefes alıyordum. Ormanlık içinde bir bölge idi. O zamanlar Pendik de çok güzel ve epey keyifli bir yerdi. Bazen gelmişken sahiline de uğrardım.
Şimdi Bekir Hoca Sakarya'da ve asude emeklilik günlerini geçiriyor. Yine dostlarıyla i ilgileniyor. O yaşanmış güzel günlerin matemini tutuyor. Zaman zaman da görüşüyoruz. Hala da dostların çetelesini tutmaya ve onlardan bizi de haberdar etmeye çalışıyor. Körelen vefa duygularını tamir ediyor, yaşatıyor.
Şam'la ilgili anlattığım doyumsuz günler 1978'de yaşanmıştır.
Bitirmeden; Gençliğimizde Şam'da Kasiyun Dağının eteklerinde bol kahvaltı yaptık; Hidaye Camii'nde sabah ve yatsı namazları kıldık inşallah ahir ömrümüzde bir kez daha Emevi Camii'nde birlikte eskisi gibi cuma kılmak nasip olur. Ümmetin geçen ve seken cumalarına kaza olur…
Mustafa Özcan