Babil Kulesi'nin yıkılma süreci aynı zamanda dilin bozulma sürecidir. Eskiler dilin örgüsünü yani akışını düzenleyen yapıya selika diyorlardı.Kadir Mısıroğlu oldum olası selikanın bozulmasından şikayet ederdi. Dil bozulduğunda din de kültür de bozulur. Eskiler bu nedenle 'kamus namustur' demişlerdir. Dilin harim-i ismetine ondan olmayan ayrık otları girmemelidir. Lakin dilin seviyesini ancak yüksek ilim, irfan ve yüksek kültürle muhafaza edebilirsiniz. Dili ilim ve kültürle beslemezseniz bir süre sonra sönüşe geçer ve rakiplerinin gerisinde kalır. Bir zamanlar Süryanice, Keldanice ve İbranicenin başına geldiği gibi. Medeniyet, dil ile senkronize olmaz ise dil sönükleşecektir. Dil ne kadar işlevsel olursa o nispette gelişir. Bugün Arap dünyasında dile ambargo uygulanmakta ve birçok ilim dersi Arapça dışında verilmektedir. Bu da Arapçayı kadük hale getirmektedir. Tersi olması gerekirken İbranicenin ilerlemesi, Arapçanın geri kalması başka türlü izah edilemez ve ibretamizdir.
Dil, insanlar arasında köprüdür, anlaşma aracıdır. Dil bozulunca insanlar birbirlerine meramlarını anlatamaz hale gelir. Veya ince ve derin konularda aynı dili paylaşanlar arasında berzah ve duvarlar örülür. Sathilik hastalığı baş gösterir. Babilleşme süreci yaşanır. O aşamada toplum katmanları ya da unsurları arasına yabancılaşma kaçınılmazdır ve insanlar arasına duvarlar örülür.
Geçmişte bozulma anlamında Arapçanın başına gelen günümüzde İngilizcenin de başına gelmektedir. Onu kullanan milletler kasıtsız da olsa dili bozmaktadırlar. Uzun yıllar BBC'de görev yapan Hasan Karmi gibi dil ustaları bu süreçten kaygı duyuyorlardı. Kullanılma oranı arttıkça dilin kirlenme oranı da artmaktadır. Dilin bozulması İngilizce için de geçerlidir. Arap olmayanların yani mevalinin İslam haziresine katılmasıyla birlikte Arapça yaygınlaşmış lakin asaletini kaybetmeye başlamıştır. Bunun sonucu Kur'an dili üzerine titizlenen gayretli kimseler kozmopolit hale gelen şehirden tekrar badiyeye, taşraya yani Arapçanın kaynağına dönmüşler ve inmişler. Taşra dili böylece kayda ve zapta geçmiştir. Orijinal Arapçadan kopuk kimseler Kur'an ve Sünneti sınırlı bir şekilde anlamakla karşı karşıya kalırlar. Müçtehitlerin ve müfessirlerin en temel sermayesi sağlam bir Arapçadır. Bundan mahrum olan bu alanın süvarisi olamaz.
Arap, Acem karması sonucunda dilde 'lahn' yani yanlış kullanma oranı artmıştır. Kur'an lahn kelimesini daha çok manevi alanda ve anlamda kullanır. Lakin muhaddisler daha ziyade günlük Arapçanın bozulması şeklinde kullanmışlardır. Mustafa Sıbai "es Sünne" adlı meşhur eserinde lahn meselesine temas eder. Lahn sapmak ve meyletmek anlamına geliyor. Kur'an'da sapılan dil yerine Arapçanın açık bir dil olduğu vurgulanmaktadır. 'Kamus namustur 'sözünü en iyi hayata geçirenler arasında İmam Şafii ile Asmaî gelir. Arapçanın bozulmasına karşı siper almışlar ve onu en güzel surette korumuş, gelecek nesillere aktarmış ve yaşatmaya çabalamışlardır. Dili gelişigüzel ve bozuk konuşmaya rekaket de denilmektedir. Dilin kalitesiz ve bozuk konuşulması rekaket kavramıyla izah edilir. Bir de dilin manevi bozukluğunu ifade eden kelimeler vardır. Ağızdan çıkan süslü sözlere bu anlamda 'zuhrufu'l kavl' denilmektedir. Zuhrufu'l kavl nifak üslubudur. Kur'an bu kavramı kullanır. Zuhrufu'l kavl yani süslü kelama dair müstakil bir eser kaleme alındığını gördüm (yazarları: Abdullah Bin Salih el Uceyri ve Fahd Bin Salih el Aclan). Lahnu'l kavl yani sözü eğip bükmek de böyledir. Bu alanda yani lahn-ı kavl mevzusunda yazılan eserlerden birisi de Abdülaziz b. Ali El-Harbi'nin 'Lahnu'l kavl' adlı eseridir. Muhammed Suresi 30'uncu ayette şöyle buyrulmaktadır: "Biz dileseydik, onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun, sen onları, konuşma tarzlarından da (lahn el kavl) tanırsın. Allah yaptıklarınızı bilir." Buradaki lahnu'l kavl, zuhruf el kavl kavramından pek farklı değildir. Dili eğip bükmek anlamındadır. Ancak zuhrufu'l kavl daha ziyade manevi alanda lahn ise hem maddi hem de manevi alanda kullanılmaktadır. Kalbi hasta ve yamuk olanlar dillerini eğip bükerler.
Hazreti Osman (R. Anhu) bunu anlatırken şöyle demiştir: Kim olursa olsun bir sır gizlediğinde Allah bu sırrı gizleyenin yüzünde estirdiği dalgalanmalarda ve dillinin kaçamaklarında onu ifşa ve izhar eder. Yani yakayı ele verir. Kıyamet sahnesinde de insanların organları istem dışı dile gelecek ve yaptıklarını anlatacaklardır. Buna intak-ı hak denilmektedir. Ayete göre dünyada da bunun arazları ve belirtileri vardır. Bizde bu durumlarda 'dilinin kemiğe yok ya da dilinin altındaki baklayı çıkardı' derler. Bir başka ayette ise nifak ehlinin dilleriyle kalplerinde olmayanı söyledikleri vurgulanmaktadır. Dolayısıyla kalp dili ile ağız dili buluştuğunda sıdk tezahür eder. Aksi halde ikisi arasındaki kopukluk veya mesafe yalan gibi nifak alametleri arasında yer alır.
Bediüzzaman'ın dediği gibi yalan Bir lafz-ı kâfirdir. Sıdk ise bir lafz-ı mümindir. Kur'an-ı Kerim Hac Suresi 24'üncü ayette şöyle demektedir "Onlar sözün güzeline ( et tayyibi mine'l kavl) yöneltilmişlerdir. Çok övülen (Allah')ın yoluna iletilmişlerdir. Başka bir ayet de bunu teyit eder: "Güzel sözleri salih amel yükseltir (Fatır/10)."
Kur'an anne babaya da güzel söz söylememizi ( kul lehuma kavlen kerimen) emrediyor. Yine bütün insanlığa güzel söz söyleme talimatını ve buyruğunu veriyor ( kulu linnasi hüsne).
Bayramlarla baharın buluşmasında ortaya çıkan güzelliğe nazire, kelimeler dünyasında da güzellikleri seçmemiz ve yaymamız emredilmektedir. Bu güzelliklerin anahtarı da selamlaşmada gizlidir.
Mustafa Özcan