Son sıralarda yine halka şeriat korkusu pompalanıyor. Şeriat katıksız/mahza rahmettir. Katı gibi görünen ceza yasaları (ukubat) da sistemin sigortasını ve dengesini temsil etmektedir. Esas olan ceza değil ceza üzerinden caydırıcılıktır. Ukubat ya da cezalar ahlaksızlığı cezalandırır. Aksi halde amu'r rimade olarak anılan kıtlık yıllarında Hazreti Ömer hırsızlık cezasını askıya almazdı. Demek ki ceza mutlak değil şartlarla mukayyettir. Amaç insani ortadan kaldırmak değil cemiyeti yaşatmaktır. Şimdi ise kimi seküler kesimler şeriat isteyenlerin ceza yasalarına odaklandıklarını söylüyorlar. Halbuki ceza yasalarını gündeme getirenler bizzat kendileri. Bunlar üzerinden şeriatı sorgulayan ve hükümlerini katı sayanlar da yine kendileri. Sosyal hayatta boşlukta yükselen anarşi nedeniyle kaldırılan idam cezasını kendileri geri istemek durumunda kalıyorlar. Neymiş bu yasalar sosyal dengeyi ve hayatı ayakta tutuyormuş! Lüzumsuz değillermiş.
Cihat meselesiyle birlikte en çok İslam aleyhinde kullanılan hususlardan birisi ceza yasalarıdır. Halbuki denklemini dikkate alarak nüfuz etmeye kalkıştığınızda, hikmet nazarıyla baktığınızda bunun korkunç değil aksine toplum dengesini gözettiği görülecektir. Mustafa Mahmut kıyamet sahnelerinin korkutucu ve ürkütücü olarak anlatıldığını oysa ki bakmasını bilenler için gayet munis ve okşayıcı olduğunu ifade etmektedir. Allah ile buluşma ve cennete kavuşma saatidir. Ebediyete giriş kapısıdır. Ceza yasalarında olduğu gibi kullar kendilerini dizginlesinler diye bu dünyada cehennem ile korkutulurlar. Caydırıcı olması ve kötü fiillerden kaçınması için. Ebu Hureyre (Radiyallahu Anhu) Peygamberden kelime-i tevhit getirenin cennete gireceği müjdesini alır ve bu müjdeyi yaymaya da mezun olur. Müjdeyi duyurmak için Medine sokaklarında koşuşturur. Hazreti Ömer'e rastlar. O ise reca/umut kefesinin ağır basması halinde insanların ameli ihmal edeceklerini söyler. Bu durumda havf kefesi sukut edecektir. Müjdenin gizlenmesini ister. Hazreti Ömer tezini şöyle savunur "Ey Allah'ın Resulü! İnsanlar bu müjdeyi duyarlarsa buna dayanırlarsa güvenip rehavete kapılırlar. Ben bundan korktum. Bırakınız ibadet yapmaya devam etsinler. Ey Allah'ın elçisi, benim söylemeye çalıştığım işte budur."
Bazen de miras hukuku aynı şekilde sorgulama kapsamına girmektedir. Halbuki İslam hukukunun felsefesini bilenler bu kuralların kendi dengesi içinde bir yeri, tutarlılığı ve anlamı olduğunu göreceklerdir. Nimet külfet dengesi bunu gerektirir. Lakin Müslümanlar her şeyde olduğu gibi burada da kantarın topuzunu kaçırmışlardır. Denklemi pratik uygulamada tersyüz etmişlerdir. Allah'ın dini İslam ile Müslümanların pratiği olan Müslümanlık her zaman at başı gitmez ve tartıda eşit gelmez.
Anlama çabası içinde olmayanlar ise peşin suçlama cihetine gideceklerdir. İtiraz eden kişi anlama çabası ile yükümlüdür. Ezbere karşı çıkmalar vebaldir.
3 Mart devrim yasalarının kabulü yıldönümü öncesinde yapılan bir ankette ülkemizde şeriat isteyenlerin oranının yüzde 16.8'de kaldığı görüldü. Yapılan ankette laik yönetim yani pozitif hukuku isteyenlerin oranı ise yüzde 83.2 olarak kayda geçti, belirlendi. Burada bir terslik yok mu? Bu elbette şeriat hukukunun çarpık ve devrik anlaşılmasıyla, anlatılmasıyla alakalıdır. Burada halkın pek bir kabahati yok. Zira karşıt propaganda ile beyinleri yıkanmış ve çelinmiştir. Bu açıdan sahih yolla İslam telakkisine mazhar olamayan kişi nasıl ki sorumlu tutulamazsa keza şeriat aleyhinde gece gündüz propaganda altında kalan, kafası ütülenen adeta fikri ve kültürel radyasyon kapan kesimler de tam olarak suçlu kabul edilemezler. Ama yine de anlama gayretini terk etmemeleri gerekir. Halkın bu çarpık algısından sorumlu olanlar ise tesir mevkiinde olan kesimlerdir. Eski usul kitaplarında güzel bir tanım ve kaide vardır. Der ki: El Hükmü ale'ş şey'i fer'un min tasavvuruhi. Bir şey hakkında hüküm algıya göredir. Hükmü düzeltmek için algıyı düzeltmek gerekir. Dolayısıyla şeriat hakkında doğru cevap alabilmek için algıyı düzeltmemiz gerekiyor. Bu da bilenlerin vazifesidir.
Ahir zamanda fikri dağınıklığın ve ilmi çekişmelerin kızıştığı bir ortamda herkesin bilgisini ortayla koyması istenir. İki fetih arasındaki (Salahaddin Eyyübi ile günümüzde beklenen fetih) Kudüs'ü anlatan Kardavi'nin haleflerinden ve İttihad-ı Ulema'il Müslimin Başkanı Ali Muhyiddin Karadaği bu karşılaştırma ile alakalı şunları söylemektedir. Salahaddin Eyyübi döneminde ümmet arasında dağınıklık vardı ama sabiteler konusunda bir şüphe yoktu. Salahaddin Eyyübi döneminde İslam birliğinin sembolü olan hilafet zayıflamış olsa da Abbasiler ile kıyamda ve ayakta idi. 3 Mart 1924 tarihi itibarıyla yani bundan tam yüzyıl önce hilafet kurumlarıyla birlikte kaldırılmış ve üzerinden tam bir asır geçmiştir. Bu asır siyaseten ve hukuken bir fetret dönemini temsil etmektedir.
Şeriat kurallarının benimsenmesi ve uygulanması Salahaddin Eyyübi dönemi öncesi tartışmaya açık değildi. Tartışma üstü idi. Genel kabule açıktı. Günümüzde şeriat yasaları yürürlükten kaldırılmıştır. Sömürgeciler şeriat kurallarına hayat hakkı tanımamışlardır (Haritatü't Tarik Li Tahrik el Ümme, Ali Muhyiddin Karadaği, Asalet Yayınları, s: 85, İstanbul) . Yerine pozitivist kurallar vazetmiştir. Ümmetçilik adıyla ittihad-ı İslam veya Panislamizm de karalanmıştır.
Abbasiler döneminde hadis diliyle yönetim biçimi otoriter olsa da totaliter değildi. Yani referans sistemi zayıflasa da tedavülden kaldırılmamış ve iptal edilmemiştir. Osmanlı sonrasında ise reddi miras dönemiyle birlikte İslami referanslar iptal edilmiş ve bunun yerine çağdaşlaşma adına Batı referansları kabul edilmiştir. İki dönem arasında temel fark budur.
Hicri dördüncü veya beşinci yüzyılda bugün küresel istibdadı temsil eden beş büyükler misali devletler yoktu. Şimdi ABD, Çin ile Rusya gibi ülkeler öne çıkmış İslam alemi ise toptan onlardan birisinin gücüne bile erişemez hale gelmiştir. İslam'dan başka bugün Güvenlik Konseyi'nde belli başlı dinler temsil edilmektedir. Bu ülkeler veto hakkını haizdirler ve Gazze meselesinde de İsrail namına bu hakkı ABD'nin kullandığını bir kez daha gördük.
Türkiye'nin dışında İslam ülkeleri gıda da dışarıya bağımlı bir haldedir. İlaç ve teknoloji alanında da İslam ülkeleri tümüyle dışarıya bağımlıdır.
İslam ülkeleri ihtilaftan kırılmaktadır. Bu alt kümelere de yansımaktadır. Bunun çaresi Batı fodulluğu değil aksine yeniden İslami şahsiyete bürünmektir.
Mustafa Özcan