Bu başlık biraz ürkütücü ve alışılmışın dışında gelebilir. Ancak bu günün dünyasında şiirin ve şair duyarlığının vardığı noktaları düşününce, gerekli olduğunu hissediyorum. Dünya hayatı ne kadar iki kutuplu ise, şiir de öyledir aslında. Belki uzun bir süredir sanat hayatımızda bu hassasiyet unutuldu veya unutturuldu. Eserleri veya hitaplarında Hak kutbu etrafında en radikal söylemlerde bulunabilen şairlerin daha mesele şiir olunca nasıl genel bir örtüye büründükleri, şiir üzerine veya poetika olsun diye yazılar yazıp sayfalar dolusu söz incileri dizerken şiirin iki kutbunu gündem dışında tuttukları da vakıadır.
Şeytanî karanlığın ve Rahmanî aydınlığın ufuklarında kanat çırpar durur şiirin kuşları. Toprak kanatlılar cennete doğru, ateş kanatlılar ise cehenneme doğru uçup dururlar. Bunun böyle olduğunu Kur'an ve Şuarâ Sûresi Hissettirir bize. Eğer şair veya şiir okuyucusu iki ufku aynı anda görebilecek bir görüş alanına sahip değilse, şeytanî olan büyülü sözleri Rahmanî çizgiden ayrılmayan esrarlı kelâmdan ayırt edebilmek son derece zor hale gelir. Bu gün şiirimizin dünyasına bu zorluk hâkimdir.
Şiirin bir medeniyet mevzuu olduğunu hepimiz biliyoruz. Elbette her medeniyet kendi kaynak alanını, edebiyatını ve kelimeler dünyasını oluşturur. Literatür ve terminoloji diyor Batılı buna. Medeniyetin iki kutbu olan toprağın ve ateşin özellikle şiir açısından kendi kaynak alanlarını ve anlayışlarını inşa ettiklerini söyleyebiliriz. Özellikle ateş medeniyetinin, şiir mevzu bahs olunca, sanatkâr özgürlüğü takıntısını ve diretmesini kullandığı âşikârdır. İnsan neyi ile özgürse, özgürlük diye bir kavram ortaya atılmış ve kuşatmıştır insan zihnini. Doğumundan ölümüne, memleketinden ailesine, içinde büyüdüğü inanışlardan kültür unsurlarına hiçbir şeyi baştan itibaren seçme özgürlüğüne sahip olmayan insanın, özgürlük takıntısına kapılması gerçekten hep düşündürmüştür beni ve bazen de mizahi çağrışımlar oluşturur. İnsan insana karşı özgür olabilir ve olmalıdır da. Ama insan hayata karşı, şartlara karşı ve bunları var eden Allah'a karşı asla özgür değildir. Onun dünyaya göndermesi ve tekrar kendisine döndürmesiyle sınırlanmıştır. Onun koyduğu kurallarla kuşatılmıştır. Bu kuşatmayı yaran ve onun dışına çıktığı vehmine kapılan insan kendisini insan üstü güçlere karşı özgür zannederken, kendisinin ve asla özgür olmayanların arzularının kölesine dönüşür ve bunun farkına bile varmaz. Çünkü ancak ve ancak yaratıcısına kul olan ve onun kurallarına boyun eğen bütün insanlara karşı özgür olabilir.
Ateşin ve kralının derdi de budur: İnsanı insan üstü güçler açısından özgür hissettirmek! Böylece o kendisini bir var eden olduğu ve kaideler koyduğu düşüncesine karşı da özgürlük taslayacak ve sapkınlığa uğrayacaktır. Böylece insan sonsuzluğun sahibine bağlanmayacak ve tıpkı ateşten olduğu için üstünlük taslayan şeytan gibi kendi üstünlük vehimlerinin kurbanı haline gelecektir. Hele bir de bu insan yeteneklere ve sanatkarlık hassasına sahipse, bu vehim ve taslamanın ne hal alibeleceği tahayyül edilebilir. İşte o nedenledir ki, kendisini özgür hissetme adı altında yaratıcının ahlakî ve hikemî sınırlamalarına karşı durmak bu gün modern dünyanın başta ateizm olmak üzere farklı pek çok isim altında en çok kabul gören retoriklerinden birisi durumundadır.
Hak ve batılın ayrım çizgisinde meydana gelen farklılaşmalar, sosyal hayattan ekonomiye, kültürden siyasete, liderlikten iş hayatına, sanattan spora, felsefeden pisokoloji ve sosyolojiye insanın bütün ilgi alanlarını derinden etkilemektedir. Ateş medeniyetinin ve onun en büyük savunucusu olan Batı'nın kendi çizgisinin damgasını tüm dünyaay bu gün nasıl vurduğunu görüyoruz. Dünyanın ve toprak medeniyeti insanlarının halini de! Yıllardır toprak medeniyetini savunan münevverlerin yaklaşık son iki yüzyıldır bu alanlar başta olmak üzere hayata damga vuracak fikirler ürütemediğimizi söylemelerinin temelinde de bu vardır. Şiir iişte tam da bu çizginin en gizemli noktalarından birisinde duruyor. Şiir anlayışı ve mantığı ateşi bir köz gibi taşıyıp içinde yerleştirilmiş dünyamızın kritik noktalarına. Bizde garip akımıyla eski şiire bütünüyle karşı çıkıp onu ve kaynaklarını reddetmenin arkasında da işte tam bu hakikat bulunmaktadır.
Bu yüzden şiirin bir yanı karanlıkta ve ateşin içinde. Diğer yanı aydınlıkta ve toprağın bereketinde.
Kıyamete kadar süre isterken hedefine tek maddelik bir ufuk koymuştur ateş kralı:
İnsanı sapkınlığa sürüklemek!...
İnsan kalbinin yaratacıyla bağını koparıp onu farklı boyutlara çekmek ve sorunlu hale getirmek!. Küllî kanun koyana hayır demesi için isyan ve itiraz üretmek. Allah'ın fiziki kanunlarına karşı çıkmayan ve bunu aklının ucundan bile geçirmeyen insanın, O'nun sosyal kanunlarına reddiyeler dizmesinin sebebi işte tam budur.
Şeytanın isyan ve itiraz için kullandığı en etkili araç hiç şüphesiz kelam ve iletişim gücüdür. Kelâm veya söz! Sadece bunu başarabilse insan, kelâmı veya sözü çirkinlikten kurtarabilse, küfürden, dedikodudan, iftiradan, yalandan uzak tutabilse mesela, gecenin karanlığında yıldızların parladığını görmeye başlarız. Oysa kelam insanın dünyada en çok kirlettiğidir. İletişim ve haberleşmenin karanlığı, şu anda sadece sosyal medyaya tarafsız bir gözle bakıp yazılanları okuyan bir insanı bile korkunç bir zifirin ortasında yapayalnız bırakmaya yeter. Görünen odur ki Şeytan, Allah'a ve Hazreti Âdem'e düşmanlığını ilan ettikten sonra, insanı sapkınlığa sürüklemek için iletişimin ve kelâmın karanlığa sürükleyen menfî gücünü çok etkili bir şekilde kullanmaktadır. İletişim çağı denen bu çağda ise durum insana yakışan açısından içler acısının da ötesindedir.
İlahî öğretiden sonra en etkili söz ve kelâm olan şiir, söz konusu menfî güce nasıl dahil edilebilir. Elbette ki, şiir yoluyla insanları sapkınlığa sürükleyerek. Önce şairleri sonra onlara uyanları! Şuarâ Sûresi çağlar üstü hakikati işte böyle ilan ediyor:
"221. Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi?
222. Onlar, her günahkâr yalancıya inerler.
223. Bunlar da şeytanlara kulak verirler. Onların çoğu ise yalancıdır.
224. Şairlere ise haddi aşan azgınlar uyarlar.
225, 226. Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler.
227. Ancak iman edip salih amel işleyen, Allah'ı çok anan ve zulme uğratıldıktan sonra kendilerini savunanlar müstesna. Zulmedenler hangi akıbete uğrayacaklarını göreceklerdir."
Kelâm büyülü hale geldiğinde çarpar insanı. Ve kelâmdaki mâna ve derinlik eğer şairin inkâr, hakikate saldırı ve sapkınlığının rengine boyanırsa, şiir sapkınlığa sürükleyen büyülü bir ifadeye dönüşür. Hele bir de şairin kendisini kelâmı kulanma açısından eşsiz görmeye başlaması ve büyük adam psikozuyla kerameti kendisinden menkul zannetme zaafiyeti vardır ki, bu noktadan sonra mesele tamamen içinden çıkılmaz bir hal alır. Şairi de, şiirini de üzerinde durduğumuz menfiliğin girdaplarına hapseder. Şiirin şeytanî karanlığı başlamış demektir. İnsanı sarar, kör eder, yalnızlaştırır, yolunu kaybettirir ve kendi anlamlar dünyasının kölesi haline getirir.
Hülasa-i kelâm: Mesele, üzerinde fazlasıyla düşünmemiz gerektiği kadar mühimdir.
Yoksa, bu girdaptan kurtulan bir kısım şairlerin eski şiirlerinin sapkınlık ihtiva ettiklerine inandıkları bir kısmını reddetmelerini başka türlü nasıl açıklayabiliriz.
Şimdi altın aramanın tam zamanı.
Sükût, ah sükût!