Türkiye'de toplumsal cinsiyet eşitliği tartışmaları yapılıyor. YÖK Başkanı Yekta Saraç da "Toplumsal Cinsiyet Eşitliği" projesinin durdurulduğunu açıkladı. Hatırlanacağı üzere YÖK, daha önce üniversitelere bu programın hayata geçirilmesi noktasında yazı göndermiş ve proje çerçevesinde zorunlu veya seçmeli derslerle öğrencilere ulaşılmasını ve bilgilendirici çalışmalar yapılmasını talep etmişti. Ancak, YÖK Başkanı projenin amacı dışına çıktığını "Murat edilenin dışında" anlamlar yüklendiğini ve "Projenin, toplumsal değerlerimiz ve kabullerimizle mütenasip olmadığını" ifade etmektedir. Durdurulma gerekçesinin daha somut ifadelerle açıklanması gerekiyor. Aksi takdirde, kurumların karar alma mekanizmasının sürekliliği noktasında soru işaretleri oluşmaktadır.
Meseleye dönersek, "Toplumsal Cinsiyet Eşitliği" özellikle kadın hareketleri bağlamında sosyal bilimlerde yer edinmiş bir kavramdır. Kavramın tarihsel bir gelişimi vardır. Tarım toplumundan sanayi ve bilgi toplumlarına geçişte toplumsal yapının dönüşmesiyle beraber erkek ve kadın rollerinden beklenenler de değişim ve dönüşüme uğramaktadır. Bu noktada önemli olan iki husus vardır. İlki tarihten gelen toplumsal yapının aynıyla devam edemeyeceğidir. Aksi takdirde toplumsal şartlar değiştiği için geçmişin formlarında ısrar etmenin zulümler doğuracağıdır. İkincisi ise "değişim ve dönüşümün" kaotik, belirsiz, itibari de olsa sabit normların henüz oluşmadığı dinamik bir süreç olması ve bundan dolayı ortaya çıkan uygulamalar, kavramsallaştırmalar, teori, söylem ve trendlerin de eleştiriye açık olduğudur. Geçmiş göz önüne alındığında kadınların ekonomik ve sosyal yaşama katılımında önemli kazanımlar elde ettiği açıktır. Dolayısıyla bugün yaşadığı gerçekliğin farkında olan bir kişi töre ve namus cinayetleri, kız çocukların eğitimi görmemesini, kadınların araba kullanmaması, kadının çalışmaması, kadınların hak etmelerine rağmen yönetici yapılmamasını veya "terbiye amacıyla" dövülmesini savunabilir mi? Üstelik tüm bu uygulamalar dinsel ya da geleneksel referanslara dayandırılmış, dönemin şartları üzerinden kabul görmüş ve sonrasında değişime uğrayarak gerçekliğini kaybetmiştir.
Bu bağlamda "Toplumsal Cinsiyet Eşitliği" kavram ve konusunun da literatürde tartışmalı yönlerinin olduğu ve bir kesinliğe kavuşmadığı açıktır. Fakat kavramın aile içi şiddet, kadının hakları, aile içinde rollerin daha adil dağılımı ve kadın veya erkek olmaktan dolayı ayrımcılık yapılmasına güçlü atıflarda bulunduğu da aşikardır. Ancak, son dönemde yapılan tartışmalarda toplumsal cinsiyet eşitliği terimi, bu konulardan ziyade cinsiyetsizlik politikasına ya da LGBT tercihleriyle anılmaya başlanmıştır. TCE ile ilgili diğer bir konu ise, aile kurumunu dışlayıcı, birey odaklı yaklaşımın ön planda tutulması yönündeki çabadır. Kadınların cinsiyetinden dolayı fırsatlara erişiminde yaşadığı zorlukların önlenmesi, eğitim, istihdam, sağlık vb. refah hizmetlerinden faydalanmada eşit birey olması ve cinsiyetinden dolayı ayrımcılığa uğramamasını savunan kavram, doğuştan sahip olunan erkek ve kadın özelliklerinin önemsizliği üzerinden bir söylem geliştirmek için kullanılmaktadır. Ayrıca, TCE kadınların yaşadığı ayrımcılıkla mücadelede etkili bir terim iken, bu mücadelenin etkisi ne yazık ki cinsiyetin önemsizleştirilmesi üzerinden yapılmaya çalışılmaktadır.
Tabi ki, eleştirel tavır gösteren kesimlerin akademik çalışmalarla ve entelektüel üretimlerle literatürün oluşmasına katkı vermesi yapıcı evrensel katkı olacaktır. Toplumsal dönüşüm, bilgi toplumunun harekete geçirdiği dinamikler, erkek-kadın rollerinin dönüşümü, eşler arası ve aile içi bireyler arası ilişkilerin mahiyeti gibi konulardaki nitelikli analizler, eleştiriler ve çözüm önerileri evrensel katkı yapar. "İstemezük" tavrı maksadı yerine getirmeyebilir. Faydadan çok zarara katkı yapar.
Dolayısıyla, TCE bağlamında kadınların maruz kaldığı eşitsizliklere çözüm üretmek için uygulamalar geliştirilirken, TCE hedeflerinden birisi olan "bireyin tercihlerinden dolayı sistem dışında yer almasına karşı durulmalıdır" ilkesi için de çalışmalara ihtiyaç vardır. Ancak bu çalışmalar, farklı tercihlerin meşrulaştırılması ya da cinsiyetin önemsizliği noktasından değil, eşitsizlik ve ayrımcılığa karşı durma prensibinden referans alınmalıdır.
Gelinen nokta itibarıyla konunun iki boyutu bulunmaktadır.
1. Toplumsal yaşamın içindeki rollerde yani çalışma hayatında, kamu hizmeti alımında ve özellikle aile içinde, erkek ve kadın rollerinin ve toplumsal itibarların "eşit" veya "adil" dağılımı talebidir.
2. LGBT (yani lezbiyen, gay, biseksüel, transseksüel) grupların oldukları halleriyle kendilerine toplum içerisinde "eşit" ve "adil" itibar ve davranış gösterilmesi, "ayrımcılığa", "ötekileştirmeye" ve "şeytanlaştırılmaya" uğramama talebidir. Geleneksel toplumsal yapının içindeki erkek ve kadın rollerinin dışındaki bu farklı cinsel durumlar iki şekilde ortaya çıkmaktadır.
a. Bu farklı cinsel durumlar yönelime/tercihe dayalı/iradi olarak gerçekleşebilmektedir.
b. Veya yönelime/tercihe/iradeye dayalı olmayabilmektedir. Mesela bir kişi biyolojik, genetik ve kendisi dışındaki belirleyici coğrafi şartlar sebebiyle çift cinsiyetli olabilir. İslam hukukunda, fıkıhta "hünsa" kavramı etrafındaki tartışmalar "çift cinsiyetlilik" hakkındadır. İslam hukuku onların varlığını kabul edip özel bir hukuk geliştirmiştir. Bazen kişi özenti, imrenme veya farklı toplumsal etkilenmelerin sonucunda cinsel tercihini değiştirmektedir. Dini geleneklerin uzağındaki düşünürlerin bir kısmı bu durumu bireyin "cinsel tercih hakkı" olarak savunmakta ve bireysel özgürlüğün bir parçası olduğunu iddia etmektedir.
Bu noktada konunun tüm boyutlarının anlaşılması bakımından bilimsel gelişmelerin konunun analizinde farklı imkanlar sunduğu da açıktır. Hormonların analizi, genetik yapının deşifre edilebilmesi bunlardan bazılarıdır. Konuyu çözümleyen soğukkanlı bakış açısına ihtiyaç vardır. Bu noktada dindar olsun veya olmasın Türk toplumunun genel kabulü LGBT tarzı hareketleri meşru kabul etmemektedir. Tartışmaların en merkezi noktalarından bir tanesi budur. Diğer yandan bir siyasal iktidar sorunlarını olabildiğince "toplumsal uzlaşıyla" siyasal istikrarını zedelemeyecek şekilde çözmek durumundadır.
İlk boyut ele alındığında ise yani ailede, çalışma hayatında, toplumdaki rollerin değişmesi, kadınların yöneticiliği gibi konuların tarihsel ve toplumsal kabullerle ilgili boyutu vardır. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın liderliğinde AK Parti iktidarı boyunca bu konuda "adaletin temini" yönünde elde edilen kazanımların kaybedilmemesi gerekir. Evrensel anlamda dindar olsun veya olmasın toplumun büyük bir çoğunluğu "ailenin merkezde olduğu, aileyi güçlendiren yaklaşımları psikolojik, ekonomik ve sosyal gerekçelerle değerli bulup savunmaktadır. Geçirdiği hırpalanmaya rağmen, Türk toplumunun en merkezi değerlerinden bir tanesi ailedir. Dolayısıyla konuyu aile karşıtlığı üzerinden tartışmak, toplum dinamiklerinde karşılık bulmayacaktır. AK Parti kadının konumu noktasında adaleti sağlayan bakış açısı, politika, söylem ve uygulamalarına devam ederken bir bütün olarak aileyi güçlendiren politikaları geliştirmek durumundadır. İlgili bakanlıkların politikalarının aileyi güçlendiren bir şekilde bütüncül tasarımı ayrıca önemlidir.