Çocukluğumda şehrimize şimdi de televizyonlarda arada gösterilen ve başrolünde Kartal Tibet'in olduğu Karaoğlan filmleri geldiğinde günler öncesinden heyecanlanır, sabırsızlıkla gösterim gününü beklerdik. Saat 10.30'da başlayacak film için erkenden Kervan Sineması(*) önünde sıraya girer, biletimizi alırdık. Ancak sinemanın kapıları bir saat önce açılırdı ve bu zaman geçmek bilmezdi. Film başlayınca tüm seyirci sahneyi alkışlardı. Filmde ise "Altay'dan Gelen Yiğit: Karaoğlan" vurgusu sık yapılırdı.
İşte Altaylara gidiyoruz denildiğinde bu yerleri çocukluğumdan beri duyduğumdan beni tekrar bir heyecan sardı. Bir hafta süren bu Güney Sibirya'daki iki ayrı Altay özerk cumhuriyetini kapsayan gezimizden yeni döndüm ve bazı notlarımı paylaşmak istiyorum:
- Altaylara önce 3,5 saatlik Moskova, sonra oradan 4 saat süren uçak seferi ile ulaştığımızı söylemeliyim.
- İlk olarak 2 milyon 400 bin kişinin yaşadığı Altay Kıray Özerk Cumhuriyetine gittik. Buranın ilk yerleşik halkı Türklerdir. Başkenti Barnaul'un nüfusu ise 650 bin. Bu ülkede Hristiyanların oranı % 25, Müslümanlar ise % 1, diğerleri değişik dinlere bağlılar. 1992'de özerkliğini kazanmıştır..
- Devlet başkanı her iki özerk cumhuriyette seçimle gelse de Putin'den bu yana onun gösterdiği kişinin başkan olarak seçildiği ifade edilmektedir.
- Gorn (dağlık) Altay Cumhuriyeti ise Orta Asya'da Asya kıtasının coğrafi merkezinin hemen kuzeyinde yer almaktadır. Yüz ölçümü 93 bin km kare olup 70 yıllık komünist düzende buraya sürgün edilmiş 38 çeşit milletten insanlar yaşamakta. 250 bin olan nüfusunun % 60'ı Ruslardan, % 31'i Türklerden oluşmakta. Başkenti Gorno-Altay'ın nüfusu ise 60 bin.
- Başşehirlerin birer de camileri var. Onları ziyaret ettik, cemaatle sohbet ettik. Yine gittiğimiz Aktaş adlı Türk köyünde de bir cami vardı ve orada namaz kıldık. Bu köyde yaşayan Kazak ve Tatar Müslümanlara aitmiş.
- 18. asrın ikinci yarısından itibaren Ruslar bölgeye girmeye başlamışlar ve giderek çoğunluğu oluşturmuşlardır. Sonrasında ise dini misyonerler, kültürel kurumlar ve koydukları ağır vergilerle Altay Türkleri üzerinde baskı kurmuşlardır.
- Ruslar genelde şehir merkezlerinde yaşamaktadır, Türkler ise daha çok köylerdedir. Ülkenin en verimli arazileri önceden Türklerin elinde olmasına karşılık şimdilerde Rusların eline geçmiş durumdadır. Ekonomik açıdan Rusların farklı olarak daha üstün olduğu, Türklerin yoksulluğu dikkatimizi çekti.
- Genelde fakir yöreler buralar. Türkiye'nin belki 30 yıl öncesini andırıyorlar. Asgari ücret 110 dolarmış. Yani 380 TL civarında.
- Ancak şehirlerde geniş caddeler, büyük parklar ve tamamen yeşil bir ortam mevcut. Akarsular ve ağaçlar yine şehirleri süslemektedir. Şehirlerarası yollar düzgün ve asfaltı güzel.
- Ruslar bölgeye sayı olarak da ekonomik olarak da hâkim millet ve maalesef Türkler onların gölgesinde kalmıştır. Ülkenin yöneticileri, devlet görevlileri, zenginleri, iş adamları ezici çoğunlukla Ruslardır. Bu durum Türkleri rahatsız etmekte ancak seslerini çıkaramamaktadırlar. Daha önce bazı başkaldırı teşebbüsleri olduğu, ancak Ruslar tarafından kanlı bir şekilde bastırıldığı çeşitli kaynaklarda yazılmaktadır.
- İkinci Dünya Savaşı'nda Rusların hep Altaylar gibi azınlıkları cepheye sürdükleri ve çok sayıda kayıpların yaşandığı anlaşılmaktadır. Hemen her Altay Türkü köyünde savaşa ait anıtlar yükselmekte oluşu da bunu göstermektedir. Sorduğumuzda her köy nüfusunun neredeyse % 10'unu bulan savaş kayıplarından söz edilmektedir.
- Altay Türklerinin dili konuştuğumuz Türkçe ile örtüşmektedir. Sayılar dilimizle aynı olduğu gibi 'at, tut, otur, kalk, ben, sen' gibi pek çok kelime aynen onlarda da vardı. Meselâ Altaylı rehberimizin adı Atuçi idi ve atıcı (ok atan) anlamındaydı. Herhalde birkaç aylık gayretle rahat konuşabilir duruma geliriz diye düşündüm. Aramızdaki binlerce kilometreye ve ayrı yaşadığımız bin yıldan fazla zamana rağmen bu benzerlik beni şaşırttı.
- En büyük ırmakları Katun (kadın) ve Biy (bey, erkek) nehirleridir. Bu ırmaklar kuzeydeki dağlardan doğmaktadır. Ülkenin en büyük gölü ise Altın (Telet) Göldür. Kara Biy ırmağı bu gölden doğmaktadır. Katun ve Biy ırmaklarının birleşmektedirler ve o mahallin manzarasını seyretmeye doyamadık.
- Altaylara giderken duyanlar oranın çok soğuk olduğunu tahmin ettiler ama bizi günlük güneşlik bahar havası karşıladı. Ancak Pazırık Kurganlarını ve kaya resimlerini görmek için dağlara çıktığımızda kar yağışına yakalandık ve ilerlemekte çok zorlandık. Yani aynı günlerde iki ayrı mevsimi birden yaşadık.
- Altay Türkleri maalesef Şamanizm'e benzeyen Akcan dedikleri dine inanmaktadır. Akçan dini Gök Tanrı veya Ülgen dedikleri tek Tanrı inancına dayanmaktadır. Bir de Çelbegen denilen şeytan vardır. Çelbegen kötülük kaynağıdır.
- Altay Türkleri bir çok yere, genelde ulu ağaçlara çaput bağlamaktadırlar. Sözgelimi dağda zirveyi geçerken rehberimiz Atuçi yakındaki bağlanmış çaput dolu bir ağaca çaput bağladı ve sebebi olarak da kazalardan belalardan kurtulmak için dilekte bulunduğunu söyledi. Ülkemizde de halen süren bu geleneğin Altaylardan geldiğini anlamak mümkün.
- Sorduğumda domuz beslemediklerini ve yemediklerini, pisliğinden ve kötü kokusundan dolayı uzak durduklarını söylediler.
- Her iki başkentte de zengin şehir müzeleri olduğunu gördük. Buraları gezerek bu yöreler ve yaşantıları hakkında çok şey öğrendik. Barnaul'daki müzenin 1823 yılında açıldığını görünce şaşırdık ve müze fakiri ülkemiz adına hayıflandık.
- Altaylarda yeşilin ve ormanların geniş alanlar kapladığı, suların bol, akarsu ve göllerin çok olduğu dağlık bölgelerde rengârenk ağaçlar ayrı bir harika görüntü veriyor. Nefis manzaralı şelaleler, kıvrılıp akan ırmaklar, her yerden fışkıran soğuk ve berrak pınarlar, her yönde görülen karla kaplı dağlar… Yani Emin Oktay'ın tarih kitabında geçtiği gibi kuraklık sebebiyle atalarımızın Türkiye'ye göçmesi söz konusu olamazdı.
- Rusya'nın yüzölçümü 17 milyon kilometrekare ve bunun 14 milyonu Sibirya'dan oluşuyor. Bütün Sibirya'da ise Moskova'daki kadar insan yaşıyor. Son olarak Güney Sibirya'nın başkenti ve Rusya'nın üçüncü büyük şehri olan Novosibirk'e geçtik. Şehrin kilise ve şapellerle donatıldığını gördük. Geniş caddeleri temiz ve bakımlıydı. Burada tren müzesini gezdik. İlk Rus treni 1838'de yolculuğa başlamış.
Gerçekten ilginç bir gezi oldu ve tarihimizi oralarda bizzat yaşadık. Bu mevsimde üstü karla kaplı dağlar, taşlar, ormanlar ve akarsular arasında binlerce kilometre yol alarak harika bir yolculuk yaptık. Doğal, henüz kirlenmemiş, orijinal tadları olan gıdalarla beslendik. Peygamber Efendimizin "Seyahat edin sıhhat bulun" tavsiyesine uyarak daha bir dinlendik, sağlığımıza sağlık kattık.
(*) İskenderun'da Paç Meydanı'ndaki bu tarihi sinema yanındaki dinlenme parkı ile birlikte maalesef zamanındaki CHP'li belediye tarafından kıyıma uğrayarak yıktırıldı ve yerine belediye çalışanları için çirkin bir taş apartman yapıldı. Üstelik o park şehrimizin ağaçlar içindeki iki küçük parkından biriydi. Ortasında yer altından çıkan, yazın bile soğuk olan su fışkırırdı. O lezzetli kaynak suyunu hem içer hem de bunaltıcı yaz sıcağında yüzümüzü yıkayarak serinlerdik.
Prof. Dr. Sefa Saygılı