Evet, geçen yazıda, Endülüs'ün çöküşü ve yaşanan büyük trajedilerin içinde, Yahudilerin de Müslümanlarla benzer bir kaderi paylaştıklarını anlatmaya çalışmıştık. Çünkü, Müslümanların gölgesinde huzur içinde yaşadıkları asırlar geride kalmıştı. İspanya'ya hâkim olan Kral Ferdinand'ın ağır baskılarından kurtulmak için, Osmanlı'ya sığınmaktan başka çareleri kalmamıştı.
Aslında, Yahudilerin, asırlarca gözyaşı dökerek okudukları ağıtlar, 2500 yıl önce sürüldükleri Yeruşalim/ Jerusalem'e, Kudüs'e, ve Kudüs'den ayrıldıkları son tepe olan 'Sion'a bir gün yine dönecekleri hayal ve ümidini canlı tutuyordu.
İşte o hengâmede, Theodore Herzl'in 1895'lerde, 'Yahudilerin de bir devletinin ve vatanının olması gerektiği'ne dair kitabı, 'Der Judeen Staat'ı yayınladı ve arkasından da İsviçre - Basel'de 1897'de toplanan ilk 'Siyonizm Kongresi' tertiplendi. Ancak, bu kitaba da, o kongreye de fazla bir ilgi olmamıştı. Başta Amerikan Yahudileri olmak üzere çoğu ülkelerdeki Yahudiler, Herzl'in 600 adet bastırdığı o kitaba bile, 'ütopya' diyerek ilgi göstermemişlerdi.
Herzl, 'küçük bir kasaba da olsa, o kasabanın kendi ellerine bırakılmasını ve orada yahudi toplumunun kendi inançlarına göre yaşayabileceği bir 'site devleti' kurmayı düşünüyordu. O zaman kendisi, İsviçre- Zurich'de bulunuyor ve 'Neu Zuricher Zeitung' (Yeni Zurich Gazetesi)'nde yazılar yazıyordu.
1900'lerin başında, İstanbul'un en önde gelen kalem adamlarından olan 'Şeyh'ul-Muharrirîn/ Yazarların en kıdemlisi) unvanına sahib Ahmed Midhat Efendi'ye yaklaşıyor, onun, o zaman Avrupa'nın en itibarlı ve de dünya siyasetinde etkili sayılan 'Die Welt'/ (Dünya) isimli gazetenin yazar kadrosunda yer almasına yardımcı oluyordu.
Bu konu önemli miydi?
Bu kısa zaman sonra görülecekti. Çünkü, 'Osmanlı Sultanı' ve de 'Halife-y'i Muslimîn/ Müslümanların Halifesi' unvanına sahib Sultan 2. Abdulhamîd'le kendisinin görüşmesini sağlamayacaktı, o ilk 'yem.'
Ahmed Midhat Efendi, Sultan'ın yakın sohbet çevresinden olan Şeyhulislam'ı etkileyerek, 'şerefyâbî'ye, Sultan'la müşerref olmaya giden yolu açtı ve Osmanlı Hariciyesi'nin yahudi mütercimlerinden David Efendi de hizmete dahil edildi ve Herzl, İngiliz emperyalizminin büyük kapitalistlerinden Rothschild'i de yanına alarak, Sultan'ın huzuruna çıktı. Filistin'de bir küçük kasabanın, -yine Osmanlı Devleti mülkiyetinde olarak- bütünüyle kendilerine tahsis edilmesini istedi.
Bu görüşme hakkında kaynakların farklı aktarımları vardır. Ancak, Sultan Abdulhamîd'in bu teklife sıcak bakmadığı anlaşılıyor. Herzl'in de 'Bu Sultan başta oldukça bizim emelimiz gerçekleşmez.' dediği, çeşitli hatıra türü yayınlarda iddia olunur.
Esasen, Avrupa başkentlerinde, 1700'lü yıllardan itibaren, bir 'Şarq Meselesi!/ LaQuestion d'Orient' lafı artık dillere pelesenk olmuş gibidir. Bu 'Şarq Meselesi'nden murad, Osmanlı'dır. Bu meselenin çözülmesi, halledilmesi gerektiği hep konuşulur.
Müslüman halkların büyük bir gücü olarak, kendisinden korkulan Osmanlı İmparatorluğu'nun zayıflatılması ve hattâ yok edilmesi düşüncesi ve bunun pratik hayata intikali için programlar yapılması tavsiyeleri, çok daha önceden dillendirilmişti. Nitekim, Rus Çarı ile Fransa İmparatoru'nun 1850'li yıllardaki bir buluşmasında, aralarında, 'Kollarımız arasında bir hasta adam var, eğer biz önceden tedbirini almaz ve hazırlıksız yakalanırsak, çok büyük sıkıntılar yaşarız.' tarzındaki bir konuşma geçtiği meşhurdur. Yani, İsrail Devleti'nin kurulmasından çok önce...
Almanya'nın en büyük filozoflarından sayılan Leibniz, 1675'lerde, Paris'e gider ve Fransa İmparatoru'na, Osmanlı Devleti'nin ortadan kaldırılmasını ve ayrıca Mısır'ı da ele geçirmeleri gerektiğini ısrarla tavsiye eder. Evet, bir felsefecinin, Osmanlı Devleti'nin 'yok edilmesi'ni istemesini nasıl izah etmeli?
Konu, gerçekte, meselenin sadece Filistin ve hattâ Omanlı da değil, bütünüyle İslâm inancı ve o inanca bağlı halkları, müslümanları ezmek ve onların ülkelerini ellerinden almak meselesi olduğu açıktır.
İşte bu noktada, siyasî hadiselerin de sevkıyle Osmanlı çökertildi. Müslümanlar başsız kaldı, yığınla devletler ve devletçikler sahneye çıkarıldı ve Müslüman coğrafyaları kutsallık atfedilen ulusal sınırlarla parçalandı, herbirisi, diğerine düşman hale getirildi, kendilerinin parçalanmış her bir -sözde devlet'in-/ devletçiğin başına oturttukları yöneticiler, krallar, melikler, c. başkanları sıfatlı diktatör kimseler eliyle...
*
Ve Birinci Dünya Savaşı'ndaki ağır yenilgimizin en trajik safhalarından birisi de, 'Beyt-il'Maqdis/ Yeruşalim'in, Qudüs'ün ve bütünüyle Filistin'in İngiliz Generali Allenby güçlerine bırakılmasıdır. O beldeleri başlangıçta savunan -o kutlu İslam beldelerini ne kadar samimiyetle savunursa- Alman Generali Falkenhein'den komutayı devralıp, sonra da düşmana bırakan Osmanlı Paşası ise, -mayın tarlasına girmeden söyleyelim- yerini yardımcısına bırakıp, İstanbul'a gelir ve orada, bir makam kapmaya çalışır.
Son Sadrâzamlardan Ahmed İzzet Paşa, 'Feryâdım' adıyla yayınlanmış 2 cildlik hâtırâtında o kişiyi anlatırken, ordunun elindeki atlardan birkaç tanesini Cemal Paşa'ya, 5 bin Osmanlı altını karşılığında satar, (yani Cemal Paşa, devletin atlarını, kendi ordusu için satın alır!) ve o Paşa da cebindeki bol altınlarla Beyoğlu'na (Pera'ya) yerleşir ve…
(Bu arada hatırlayalım, Mehmed Âkif, o günlerde, Osmanlı'nın savaşta müttefik olduğu Almanya ve Avusturya- Macaristan İmparatorluğu'nun başkentleri olan Berlin ve Viyana'dadır.
Bir gün, kiliselerde sevinç çanları çalınmaya başlar. Halk sokaklarda sevinç gösterileri yapar. Âkif, sebebini anlamak ister. Cebhelerden bir zafer haberi gelmiş olabileceğini düşünür. Ama, öğrendiği gerçek, bambaşkadır... Çünkü, halk kitlelerinin o coşkun gösterileri, Jerusalem'in, / Quds-i Şerîf'in Müslümanların elinden çıkıp, Hristiyan güçlerinin eline geçmiş olması yüzündendir! Evet, Osmanlı Almanya ve Avusturya ile müttefiktir ve savaşta yenilmiştir, ama, Filistin elden çıktığı ve ortak düşman olan İngilizlerin eline geçtiği, yani kendi askerlerinin de yenilgiye uğradığı bir savaşta İngilizler kazanıp, kutsal Jerusalem, düşman taraf olsa bile, Hristiyanların eline geçtiği için, halk kitleleri sevinç gösterileri yapmaktadır.)
*
İşte o hengâmede, Theodore Herzl'in 'Yahudilerin de bir devletinin ve vatanının olması gerektiği'ne dair, İngiliz emperalizminin bu coğrafyaları parça-parça etmesine ve ayrıca, İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour'un 2 Kasım 1917'de yayınladığı bir beyannâme ile, İngiliz güçlerinin kontrolüne giren Filistin topraklarına Yahudilerin göç etmeleri yolunu açmasına kadar devam etmiştir.
Ki, o zamanlar, Filistin'de 120 - 150 bin arası Yahudi, 'Osmanlı vatandaşı' olarak huzur içinde yaşıyordu. Diğer Yahudiler ise, 2500 yıl öncelerde Babil Kralı Nekabudnezzar (veya arabça söyleyişle, Buhtunnâsır) zamanında Babilonya'dan sürgün edilişlerinden beri, 2 bin yılı aşkın bir zamandır, 'vatansız, ordusuz, kahramansız' ve de, 'Hiç altın bırakmayan veya az altın bırakanlar iyi Yahudiler değildir..' sözünü bir iman kriteri olarak algılayan ve altın biriktirmeyi bir inanç konusu haline getiren Yahudiler, 'dünyanın çeşitli yerlerinde küçük koloniler halinde ve başka toplumların, kültür ve medeniyetlerin içinde erimemek için' ilginç bir yöntem geliştirmişler ve kendilerinin inançlarına sadakatle bağlı kalmalarının bir imtihan olduğu anlayışını Yahudi halkına asırlar boyu telkın etmişlerdi. Ve 2500 yıl öncelerde Kudüs'ten ayrıldıkları son nokta olan 'Sion' tepesini son vatan noktası sayarak, merkezi 'Sion' olan bir Yahudi vatanına dönmek hayalini asırlar boyu canlı tutmuşlar ve bu ideale sionizm adını vermişlerdi.
"Ey Yeruşalim, (ey Kudüs), seni unutursam,
sağ elim kurusun.
Seni anmaz,
Yeruşalim'i (Kudüs'ü) en büyük sevincimden üstün tutmazsam,
dilim damağıma yapışsın!"
Evet, bu ve benzeri sözler bir ilahî ve bir ağıt şeklinde asırlarca, nesilden nesile dudaklarda mırıldanılır olmuştu.
'Sion'a, 'Yahudi vatanı' sayılacak coğrafyaya dönmenin, kendilerine bir 'arz-ı mev'ûd' (vaad edilmiş toprak) olduğu ümidi de Yahudileri, asırlarca kendi içlerine kapalı bir toplum halinde tuttu.
Ama, yahudi toplumu, bir bakıma, Hz. Musâ'nın şeriatine bağlı iken, Hz. Musâ Kelimullah'ın Tûr-i Sinâ'ya gidip -bazı rivayetlere göre- 40 gün sonra geldiğinde eski bağlılarının altınlarını eritip, bir buzağı haline getirdikleri ve o altın buzağı'ya tapınmaya başladıklarını görmesiyle anlatılan büyük sapkınlıkla malûldür. Evet, altın gücü, genel olarak, asırlarca, Yahudilerin en büyük gücü ve de kendi aralarında bir yahudi, 'ne kadar az altın bırakarak ölürse, o kadar zayıf imanlı' sayılmıştır. Yahudilerin, asırlar boyu, asıl güçlerini altın'la temin ettikleri yeni bir tesbit değil, binlerce yıllık bir geçmişten bugüne gelen bir vakıadır.
Ayrıca 'altın'ın gücünün, materyalist dünya değerleri açısından muhakkak ki, yaptırım gücü bakımından emsalsiz olduğu genel olarak kabul edilir. Materyalist değerlere göre bir dünya tasavvur edenler açısından, 'altın'ın satın alamıyacağı hiç bir kişi veya değer yoktur.
Ki bugün, Amerikan emperyalizminin en büyük güç odaklarının Yahudiler elinde olmasının tesadüfen ortaya çıkmadığı anlaşılır. Bütün medya organlarının gerek Amerika ve gerekse Avrupa'da, yahudi sermayesiyle çalıştığı göz alınırsa, propaganda silahının, Yahudiler elinde, kendi aleyhlerine olmayacak şekilde kullanılacağı daha net anlaşılır.
Nitekim, 'dünyanın en zengini' olarak anlatılan Amerikalı Elon Musk, Yahudilerin kendilerini diğer insanlardan üstün gördüklerini belirten bir digital mesaja , 'Evet , aynen öyle..' diye karşılık verince, bütün bir emperialist dünyanın medya organlarının saldırısına uğradı ve dünyanın en ünlü firmaları ve markaları, Elon Musk'ın sistemine verdikleri milyarlarca dolarlık reklamlarını geri çekince, o da zımnen özür diledi. Hattâ, Gazze'de işlenen onca barbarlıkları görmezlikten gelip, Tel-Aviv'e giderek Netenyahu'yla arasını düzeltmeye çalıştı. Ve Amerikan emperyalizmi de, 'El'Cezire televizyonunun İsrail'in aleyhine olacak şekilde haber yayınlamasına son vermesi ' ihtarında bulunabiliyor.
Özellikle de Hristiyan toplumların fakirleştiği dönemlerde, Yahudilerin, nasıl bir propaganda üçgeni kurdukları biliniyor ve bütün kötülükler onlardan bilinip, saf dışı edilmek isteniyorlarsa, sebepsiz değil.
Esasen, Hristiyan toplumların sosyal hayatındaki her türlü buhranların, hastalıkların, ekonomik çıkmazların ve tabiî felâketlerin asıl sebebi olarak lânetlenen Yahudilerin bu tarafını, 'anti-semitizm' suçunun henüz hukukî olarak belirlenmediği 1950'li yıllar öncesi tarih dönemlerinde, başta, 450 yıl öncelerdeki Shakespeare'in 'Venedik Tâciri' isimli eseri olmak üzere, Hristiyan toplumlarının edebiyat eserlerinde, Yahudi, hep hile ve entrika üreten lânetli bir toplum olarak anlatılır. Bu bakımdan, bu lânetli kavmin, Hristiyan toplumlarının içinden çıkarılıp, Filistin'e yerleştirilmesi için, harika bir fırsat ortaya çıkmış oluyordu.
Böylece, hem kendi toplumları biraz 'temizlenmiş' olacak; hem de, Yahudilerle arasında, asırlarca bir çatışma yaşamamış olan Müslümanlar arasında da bir düşmanlık oluşturulmuş olacaktı.
Nitekim oldu da... Çünkü İngiltere, Balfour Beyannâmesi'yle başkasının topraklarını üçüncü bir taraf durumundaki başka birilerine bağışlıyordu.
Bu fırsatı ele geçiren sionist Yahudiler, bu topraklardaki insanları kaçırmak ve olmazsa, öldürmek için her yolu deneyeceklerdi ve asırlarca süren korkaklıklarını üzerlerinden atmak için, zâlim yollarca, kahramanlık kazanacaklarını sanıyorlardı.
Osmanlı Devleti'nin tarihin dehlizlerine gönderilmesinden sonra.. Şeyh İzzeddin Qassâm liderliğinde Filistin Müslümanları, onun şehid edildiği 1936'ya kadar, İslamî ölçüler içinde kalmaya azâmi dikkat sarf ederek, sionist - terör örgütlerine karşı mücadeleler vermişlerdi. Ama, artık, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Filistin'de hiçbir yerli ve müslüman otoritenin kalmadığı bir zaman diliminde, henüz İsrail Devleti ilân edilmemişken, Nisan-1948 başında, Filistin'in 'Deyr Yâsin' kasabasında, bir gecede sionist çetelerce gerçekleştirilen bir katliâmda, çocuk, kadın, savunmasız erkek yüzlerce müslüman öldürüldü.
O katliâm ile, Filistin halkını dehşete sürüklemek hedefleniyordu. Nitekim, insanlar on binler-yüz binler halinde, diğer Arab diyarlarına veya dünyanın başka yerlerine dağıldılar; gidemeyenler de direnmelerini, hiç bir silahları olmadığında bile, taş atarak da olsa sürdürmeye çalıştılar.
1948'in 14 Mayıs'ında İsrail Devleti'nin kurulduğu açıklandığında 2. Dünya Savaşı sonunda bağımsızlıklarını yeni kazanmış Arab rejimlerinin orduları savaş açtılar, ama, ne silâhları vardı, ne tecrübeli komutanları ve askerleri, ne de arkalarında bir uluslararası destek!.
*
İkinci Dünya Savaşı öncesi ve esnâsında Hitler Almanyası'nın, 'Yahudileri, yok edilmesi gereken bir zararlı ırk' olarak görüp, 'holocaust' ya da 'pogrom' denilen Yahudi soykırımı'nın ağır darbesini yemiş mazlum halkı, Müslüman coğrafyasının kalbine bir hançer olarak saplamak fırsatı doğdu.
Evet, Roma İmparatorluğu'nun Filistin'deki Valisi Platos, iki bin yıl önce, Hz. İsâ'nın, -Hristiyan inancına göre- 'çarmıha gerilerek öldürülmesi' şeklindeki cezaya müstehak olduğu kanaatinde olmadığını, ama, Yahudilerin ruhban sınıfının, 'haham'ların , 'Bu kişi, bir Yahudi olduğu halde, Yahudi şeriatini bozuyor. Eğer cezalandırılmazsa, Yahudiler olarak isyan ederiz..' diye tehdit etmeleri üzerine onu çarmıha gerdirdiğini söylemesiyle meşhurdur.
Bu arada belirtelim ki, her ikisi de Yahudi olan ünlü nükleer fizikçi Albert Einstein ve psikiyatrinin ünlü isimlerinden Sigmund Freud, kendi aralarında mektuplaşırken, gelecekte kurulması istenen İsrail Devleti ideali üzerinde farklı görüşler taşıyorlardı.
Freud, bir Yahudi Devleti'nin kurulmasına tarafdar idi.
Einstein'ın ise, 'Biz Yahudilerin tarih boyunca varlığını devam ettirmesindeki en büyük özellikleri, hep mazlum oluşlarıdır. Bir İsrail devleti kurulursa, devlet olmanın, hükmetmenin kaçınılmaz sonucu olarak baskı ve zulümler yapacaktır ve bu bizim tarihî özelliğimize aykırı olacaktır.' mânâsında görüş açıkladığı, aralarındaki mektuplardan çıkarılıyor.
Freud 1938'de vefat ettiği için, öyle bir devlet yapısının ortaya çıktığını göremeden öldü. Einstein ise, 1955'e kadar yaşadı ve İsrail devletinin gerçekleştiğini gördüğü için, o konuda Yahudi halkıyla farklı bir noktada olduğuna dair bir görüş açıkladığı bilinmiyor.
*
Evet, Almanya'nın 2. Dünya Savaşı'nda ağır şekilde yenilmesinden sonra, Yahudilerin, temerküz / toplama kamplarında büyük kitleler halinde perişan vaziyette tutularak ve ölmelerinin sağlandığı gereğinden hareketle, en fazla da etkili Yahudi çevrelerinin sionizm (Yahudilere bir vatan oluşturma) ideolojisinin, güçlü şekilde hayata geçirilmesine ağırlık verildi, savaşın galibi olan Amerika, Rusya, İngiltere gibi devletlerce...
*
(Bu konuya bir yazıda daha yazmak gerekiyor, inşaalah..)
Selahattin Eş Çakırgil