Selahaddin E. Çakırgil

Düştükçe, azmimiz bileylendi…

Önceki yazımızın yayınlandığı günlerde, Suriye'de sadece korkunç ve kanlı bir diktatörlük rejiminin beklenmeyen bir sür'atle ve bir o kadar da kansız ve de zafer çılgınlıklarına tevessül edilmeden, en azından, zâhiren ağırbaşlılık ve ağır bir sorumluluk idraki içinde gerçekleştiğine şahid olduğumuz muazzam bir 'muhteşem çöküş'ün ilk anlarını temaşa etmekteydik..

Suriye'deki gelişmeler, 54 yıllık (Baba-Oğul) Hâfız- Beşşâr Esed Hanedanı ve onların liderliğindeki Baas Partisi diktatörlüğünün 10-12 gün içinde çöküşü için değil, daha nice çöküşler de beraberinde ortaya çıktığı için, 'muhteşem bir çöküş' deyimini kullanmak yersiz olmasa gerek..

Nitekim, Suriye'deki kanlı diktatörü, ısrarla- inatla ayakta tutmaya çalışan İran ve Rusya rejimlerinin karşılaştıkları tablo, evet, ancak o şekilde anlatılabilirdi.. Düşünelim ki, Putin, kızgınlığını gizlese de, '12 bin kişilik bir gücün karşısında, 30 bin kişilik bir askerî birlik tarafından korunan Şam'ın hiç direnme gösteremeden ele geçirilmesi'ni şaşkınlıkla karşılaması; kezâ, 45 yıl öncelerde dev bir halk ayaklanmasıyla Şahlık rejimini deviren ve Şah Rıza Pehlevî'yi kaçmaya mecbur edip, İslâm adına bir inkılab hükûmeti kurmuş olan İran rejiminin en üst yetkilisi ve sorumlusunun, müslüman bir halkın tepesinde yarım asırdan fazla bir zamandır korkunç bir tahakküm ve kanlı bir diktatörlük kurmuş olan bir 'Baasçı' rejimi var gücüyle korumasına rağmen, başarısız oluşu, 'muhteşem çöküş' diye anılmayı hak etmiyor mu?

*

Kaldığımız yerden devam edelim, emsaline çok az rastlanan bu çok önemli ve büyük sosyal hadiseyi anlama çabamıza..

*

Osmanlı'nın son dönemindeki 'İttihad ve Terakki' nin ve Osmanlı'nın parçalanmasından sonra da, Anadolu'da kurulan 'kemalist-laik' temel üzerinde kurulan 'tek parti diktatörlüğü'nün siyasî mücadele yöntemlerini esas aldığı görülen ve özellikle 1950-70'li yıllar arasında, Arab Dünyası'nda derin etkileri olan ve (Diriliş/ Rönesans gibi mânalara gelen) 'Baas'çı ideolojik grupların iktidara gelme çabaları olsa da, Baas ideolojisinin iki önemli uygulama örneği vardı; Irak'ta Saddam Huseyn ve Suriye'de Hâfız Esed rejimleri..

Aslında, başka Arab ülkelerinde de, özellikle yeni nesiller üzerinde etkili olduğu bilinen bu ideoloji, çoğu coğrafyalarda arka-arkaya gelen ihtilaller, karışıklıklar, askerî darbeler yüzünden, bir türlü uygulama imkânı bulamamıştı.. Bu açıdan, Baas ideolojisinin ve Baas Partisi diktatörlüklerinin, Irak ve Suriye'deki asıl Baasçı ideolojik uygulamalarını 1965-70'lerden başlatmak gerekir..

Halk tabanı olmayanların tutunamayışı tabiîdir

Evet, daha önceki Baasçı darbeler, darbeci kadrolar arasındaki güç kavgasından dolayı henüz neredeyse, her 6 ayda, ya da sene bir, bir askerî darbe meydana gelir olmuştu. Hele de Suriye'de.

Hattâ, o kadar ki, bazı darbeci 'Baasçı'lar, kendilerinin de yeni bir darbeyle karşılaşabilecekleri ihtimaliyle, bazı elçiliklerin ikametgâhlarına yakın yerlerde ikamet ederler ve kendileri de bir diğer darbe durumuyla karşılaştıklarında, hemen, o elçiliklerin bahçesine atlarlardı. Böyle 1-2 darbe hareketinden sonra, 1965-66'larda, Şam'daki Türkiye Büyükelçiliği'nin bahçesine atlayıp, o mekânların diplomatik dokunulmaz bölge statüsünden faydalanıyorlardı.. Bu komik durum, Baas Partisi'nin onca yaldızlı laflarına, Arab Birliği ideallerine ve sosyalizm güzellemelerine rağmen, halk tabanı olmayışından da kaynaklanıyordu.

Ama, Baas rejiminin ve ideolojisinin, yönetim ve ideolojik yönlendirme ve dayatmaları en güçlü şekilde, Suriye Hava Kuvvetleri komutanlarından olan General Hâfız Esed'in 1970 yılında yaptığı darbe ile başlamıştı.

Çünkü, Hâfız Esed'den önceki Baasçı'ların sahib olamadıkları halk tabanı, onun Nusayrî taifesinden olması hasebiyle hazırdı, özellikle Lazkiye ve çevresinde Suriye halkının yüzde 15 kadarına tekabül eden Nusayrî, Dürzî ve Aleviyyûn yaşamaktaydı.

Özellikle bu 'üçlü' cemaatler arasında ufak-tefek farklılık var idiyse de, onlar İslam dışı inançlara bağlı idiler ve bizdeki 'taife-i laicus'un Suriye versiyonunu oluşturuyorlardı. Onlar da Müslüman halk'a, zorla tahakküm ediyorlardı ve Müslüman halkı eziyorlardı. (Yanlış anlaşılmaması için belirtelim ki, Suriye'de Aleviyyûn denilen kesimler, bizde 'alevî' denilen kesimlerden çok farklıdırlar.. Çünkü, Suriye'deki Aleviyyûn taifesi, Müslümanların tarihinde daha sonra ortaya çıkan bazı ihtilaflarda Hz. Ali ve onun neslinden gelen 12 İmam'a tarafdarlık ve bağlılık mânâsında değildir; onlar Hz. Ali'ye 'ulûhiyet / ilâhlık nisbet ederler ve bu yüzden, hem sünnîlik ve hem de şiîlikte, 'İslam dışı' olarak nitelenmişlerdir..)

Bu açıdan bakıldığında, Esed Hanedanı'nın dayandığı yüzde 11'lik bir kesim olan Suriye'de olup bitenler, aslında Müslüman coğrafyalarında olmaması gereken ve amma maalesef hemen her yerde olagelen ve de halklarına 'horoz'lanan yönetici kişi veya kadrolardan birisinin daha tarihin çöplüğüne atılmasından ibarettir.

*

Suriye'deki BAAS Partisi diktatörlüğü ise, sırtını en çok da Rusya ve İran'a dayayarak ve de siyonist İsrail rejiminin kendi ülkesine yaptığı bütün saldırılara sessiz kalmasına rağmen, asıl hedef, Baas Partisi diktatörlüğünün sürdürülmesiydi.

Ama, sonunda bu toplum da patlayacaktı ve patladı da..

Düne kadar Suriye'deki kanlı diktatörlük rejimini destekleyen Rusya ve İran, şimdilerde, o yıkılışın kaçınılmaz olduğunu itiraf etmeye başlamış bulunuyorlar..

Nitekim, Rusya Lideri Putin, 12 bin kişilik bir eylemci grubunun, kısa sürede Haleb'i ele geçirip, sonra diğer şehirleri ve hele de 30 bin kişilik bir ordu tarafından korunan Şam'ın da hiç direnmeden kaçmasını anlamakta zorlandığını ifade ederken; İran tarafından önde gelen komutanların da, hırçın ifadelerle olsa da, kendi halklarına, 'Esed rejiminin aslında Suriye halkı içinde ciddî hiçbir dayanaklarının kalmadığı'nı itiraf eden beyan ve yazıları ifade etmeye başlamaları bu konun anlaşılmasına yardım eder..

Hele de, daha iki hafta kadar önce, hem de İnkılab Muhafızları Ordusu'nun internet sitesinde yayınlanan uzuuun bir makalede 'Suriye halkının inanç yapısı' hakkında anlatılanlar daha bir ilginçti.

Çünkü, orada verilen bilgiler, İran halkına bu kadar açık şekilde aktarılmamıştı. Çünkü, Suriye'deki Esed Hanedanı ile işbirliğinin zarar görmemesi isteniyordu herhalde..

Söz konusu uzuun makalede verilen bilgiler yarı-resmî bir yayında ilk olarak böylesine etraflıca anlatılıyordu..

Bu uzuun makaleye göre, Suriye'de halkın yüzde 74'ünün Sünnî, yüzde 1-2'sinin Şiî/ Caferî; yüzde 10 kadarının muhtelif Hristiyan grupları ve yüzde 15 kadarının da 'Nusayrî, Dürzi ve Aleviyyun' oldukları belirtiliyor ve bu yüzde 15'lik kesimin Hz. Ali'ye 'ulûhiyet' nisbet ettiklerinden bahisle 'İslam dışı' oldukları anlatılıyordu.

Bu yazı üzerine bazı yorumcular hayretlerini gizleyemiyorlar, ve Esed Hanedanı'nın Nusayrî olarak, 'İslam dışı' olduğuna ilk kez işaret edildiğine teessüflü ifadeler ekleniyordu..

Evet, Suriye gerçeği, İran halkına aktarılmamış ve 'binlerce İran askeri, Suriye'ye, Esed rejimini korumak için değil, 'Müdafaan-ı Harem' niyetine denilerek, (yani, Hz. Huseyn'in kızkardeşi olan Hz. Zeyneb'in türbesi'ni korumak için' diye götürülüyorlardı.) Buna Afganistan ve Irak'tan yine aynı niyetlerle, şiî kültüründeki karşılığı çok farklı olan 'Müdafaan-ı Harem'i diye ve 'Fatımiyyûn' ve 'Zeynebiyyûn' tugayları teşkil edilerek gönderilmelerini de ekleyebiliriz. Ve bu güçler sanıyorlardı ki, Hz. Zeyneb'in Şam'daki türbesini saldırıdan korumak için gidiyorlardı.. Halbuki oralarda asırlardır çok büyük ekseriyet halinde yaşayanlar, Sünnî müslüman halklar idi ve bu müslüman halkların Hz. Zeyneb veya bir başka İslam büyüğünün türbesine saygısızlığı söz konusu olmamıştı..

O halde, bu gerçeklerin, yüzde 80 kadarı şiî müslüman olan İran halkından niçin gizlendiği ise, genelde şu gerekçeye dayanıyordu: Saddam Huseyn liderliğindeki Irak Baas rejimi, İran'da Şah rejiminin devrilmesinden sonra, ordunun dağılması ve diğer bütün eski rejim kurumlarının çökmesini fırsat bilerek 1980 Eylûlü'nde İran'a saldırınca, Hâfız Esed Suriyesi dışındaki hemen hemen bütün Arab rejimleri Saddam'ın yanındaydılar.

Hâfız Esed Suriyesi ise, İran'a bir itiqadî veya ideolojik yakınlıktan değil, Saddam Irakı'yla, (bütün Arab dünyasının birliği idealini esas alan) Baas Partisi liderliği konusundaki ihtilaflarından dolayı, ideolojik açıdan Saddam'la husûmet halinde olduğundan destek veriyor, onun yanında yer alıyordu.

Kezâ, İran rejimi de, o savaş yıllarında ve sonrasında 'Saddam Irakı'ndaki Baas rejimini, inanç temeli açısından 'kâfir' olarak nitelerken; Suriye rejiminin de Baasçı ve Nusayrîlerin inanç açısından 'İslam dışı' olduklarını da elbette biliyorlardı.. Ama, bunu dile getirmiyorlardı..

Hattâ, yıllarca kaybolup, âkıbetinden hâlâ da haber alınamayan ve Lübnan'ın şiî Müslümanlarının en etkili isimlerinden sayılan 'İmam Musa Sadr'ın öldürülmesine dair, Hâfız Esed'in imzalı yazılı emrinin ele geçtiği de geçtiğimiz haftalarda yine İnkılab Muhafızları Ordusu'nun yarı-resmî internet sitesinde gözler önüne serilmişti; aradan 40 küsur yıl geçtikten sonra..

*

Ama, İnkılab'ın ilk has ekibinin hayattan çekilmesinden sonra, mezhebî eğilimlere ağırlık verildiği gibi bir tablo ortaya çıkınca, İran'da ünlü Qaasım Süleymanî ve diğer bazı önemli resmî makamlardaki isimleri, 'İran'ın tarihte ilk olarak Doğu Akdeniz'e uzandığını, Ortadoğu'da, 5 başkenti kontrol ettikleri' gibi gururlu ifadelerde bulunmaya yöneltiyordu; Suriye'nin kendilerine yardımcı olduğunu belirterek..

*

Evet, İran, Suriye ve bölge meselelerinin bu gibi perde gerisi hallerine bakılmazsa, Suriye'de 54 yıllık bir (Baba- Oğul) Hâfız ve Beşşâr Esed Hanedanı'nın ve çok katı ve kanlı bir diktatörlük uygulayan Baas rejiminin nasıl olup da, 10 günde hem de ciddî bir direnme ve kanlı bir mukavemet sahnesi yaşanmadan çöküverdiğinin anlaşılması çok daha bir zor olur..

Hem de ilginç bir 'militan teşkilatlanma'nın 10 günlük bir hamlesiyle..

*

Önce , Haleb, sonra Hama-Humus, sonra Şam'ın güneyinden Dera derken, sonunda Şam da kuşatıldı ve bir anda birer-birer hele de 1970'den beri en kanlı şekilde sindirilmiş olan bir toplumun, 14 sene öncelerde, 'Arab Baharı ' rüzgârıyla, her birisi, çeyrek yüzyıl ve hattâ 40 yıl iktidarda olan nice Arab rejimleri bir-bir devrilirken, Suriye'deki (Diriliş/ Rönesans mânalarına gelen) Baas diktatörlüğü 1 milyona yakın insanı öldürerek, bir o kadarını zindanlara doldurarak ve 8-10 milyon insanın ülkeden kaçmasına yol açan korkunç diktatörlüğün de yıkılması ve hele de bu kadar kısa zamanda ve bu kadar etkili olmasını anlamak, kolay değildir. Ama, unutmayalım, 1908'de 2. Meşrutiyet Hareketi de, Sultan 2. Abdulhamîd'in 33 yıllık saltanatına bir anda son vermemiş miydi?

Şimdi 'Baas ve Esed Hanedanı diktatörlüğü'nün bu şekilde ve bir anda son bulması çoğu çevreleri şaşırttı. Bunu izah etmekte en çok zorlanan da İran oldu.. Evet, Suriye'de, diplomatik açıdan, en çok da İran kaybetmişti.. Ama, İranlı yetkililerin halen de göremedikleri, İran'ın asıl kaybı Suriye değil, Dünya Müslümanları nezdinde kaybettikleri itibardır ve bu durumu anlamadıkları sürece, bu ağır kaybı telafi edemeyeceklerdir.

*

Suriye'de meydana gelen bu muazzam değişikliklerin sinyallerini Başkan Erdoğan, herhalde aylarca önceinden beri alıyormuş ki, Beşşâr Esed'i ısrarla, görüşmeye davet ediyormuş.. Ama, o bunu bir türlü kabul edemiyormuş..

'HTŞ' (Hey'et-i Tahrir-üş'Şâm / Şam beldelerini kurtarma grubu) ve 'SMO' (Suriye Millî Ordusu) denilen teşkilat yapılanmalarının kendilerini bu kadar gizleyebilmiş olması, -çoğu dış merkezler Türkiye'yi gösterseler bile- ya dışarıdan esaslı bir yönlendirme ile, ya da, toplumun her kesiminin artık bu cinayet şebekesine karşı başka bir mücadele yolu kalmadığının idraki içinde birlikte hareket etmesiyle olmalı ki; Müslüman bir halka karşı, 50 yılı aşkın bir süre boyunca, en acımasız şekilde tahakkümünü sürdüren kanlı diktatörlük, bu kadar sür'atle yıkılıverdi..

*

Müslümanların bir kısmı , Suriye'deki son gelişmeleri nasıl okumak gerektiği konusunda kararsız durumdalar.. Hele de, geçmişte, 45 sene öncelerde, İran'da, Şah'ın kaçması ve asırlarca geleneği olan Şahlık düzeninin çökmesini yaşamış olan nesiller, daha sonra yaşananlarla, ilk başta umut veren gelişmelerin hangi noktalara vardığı; kezâ, Cezayir'de, 1992'lerde Abbas Medenî liderliğindeki İslamî Selamet Cebhesi'nin; Sudan'daki Hasan Turabî'nin ve nihayet Mısır'da Muhammed Mursî'nin ve 'İkhwan' hareketinin nasıl boğulmak istendiği örnekleri konusunda bir düşünceye daldıklarında, 'Yeni hayal kırıklıkları yaşar mıyız?' endişesindeler.. Elbette emperial şeytanî güçler de boş durmayacaklardır; amma,

İstikbali belirleyen Allah'u Teâlâ'dır ve şeytanî güçlerin tuzaklarını, Allah'u Teâlâ'nın hazırladığı hayırlı tuzaklarla târûmâr olmaya mahkûmdur..

Bize düşen, hayırlı olanın hâkim olmasını dileyip dua etmek ve başka dikkatlerimizi de esirgememektir.

(Bu konuya gelecek yazımızda da değineceğiz, inşaallah..)

Ve… Bugünlerde, (20 Ocak 2025 günü) Amerika'da, Trump'ın 4 yıl aradan sonra tekrar Başkanlık makamına geçecek olması münasebetiyle, bu konuya, Amerikan kamuoyundaki ilginç değerlendirmelerden de istifadeyle değinmekte fayda olsa gerek..)

Sahi, 'aptal' olan Amerikalılar mı, Trump mı? Veya..?

Dünyanın en büyük emlâk ve gayrimenkul krallarından birisi olarak bilinen -ve İstanbul'da, Mecidiyeköy civarında, üzerinde çok uzaklardan okunabilen kocaman harflerle 'Trump Towers ' yazısı bulunan 2 adet gökdelende ismi de bulunan- ve 2016- 2020 arasında Amerikan Başkanlığı'na seçilen Donald Trump, Joe Biden'a yenildiği seçimle bir dönem ara verdiği Başkanlığa, 4 yıl sonra tekrar seçilip 20 Ocak günü, yeniden başlayacak..

Almanya'nın eski ve güçlü şansölyesi Angela Merkel'in, geçtiğimiz aylarda yayınlanan hâtırâtında, Trump'ın dünya meselelerine 'bir emlâk şirketi patronu gibi baktığı'nı yazdığı görülmüştü; ilginç bir benzetmeyle..

*

79 yaşında (1946 doğumlu) olan Trump, (1942 doğumlu) Joe Biden'den sonra en yaşlı Amerikan Başkanı olması hasebiyle, daha şimdiden, Biden'ın yaşlılıktan kaynaklanan davranışlarını daha bir sergilemeye başladı..

*

Geçenlerde, 5 Ocak 2025 günü, USA TODAY isimli yayın organında yayınlanan bir yazıda, bu konuda şöyle deniliyordu, -özetle-:

Donald Trump'ın seçiminin Kongre tarafından tasvib olunmasının öncesinde, kendisine karşı çıkan aklı başında Amerikalıların yapabileceği en iyi şey, 'aptallığın utanç verici olması gerektiği'ni hatırlamaktır.

Çünkü, Trump, siyasi çevremizde varlığını sürdürüyor ve Robert F. Kennedy Jr., Georgia Temsilcisi Marjorie Taylor Greene -ve tabiî ki kendisi- gibi aptalları - rutin olarak aşağılık saçmalıklar söyleyen kamu figürlerini - ciddîye alınan insanlara dönüştürdü.

Yeni Yıl'ın ilk gününde New Orleans'ta, halkın üzerine bir kamyonun sürülmesiyle 15 kişinin öldüğü ve 200 kişinin yaralandığı terör saldırısının ardından Trump , saldırıda öldürülen -'Amerikan ordusunda eski bir subay olan- bir şüpheli'nin, bir ABD vatandaşı olmasına rağmen, göç ve göçmenler aleyhinde nutuk attı. Bu aptalca ve faydasızdı. (…) Trump aptallığı kabul edilebilir hale getirdi.

Donald Trump, 31 Aralık 2024'te yılbaşı gecesi, Florida, Palm Beach'teki Mar-A-Lago Kulübü'ne geldi.

Greene, 'Yahudi uzay lazerlerinin Kaliforniya orman yangınlarını başlattığını' varsaydığında , bu bir hata veya bir "oops" / sürç-ü lisan değildi. Aptalcaydı ve siyasî kariyerinin utanç verici sonu olmalıydı.

Robert F. Kennedy Jr. da, insanları bakteri yüklü çiğ süt içmeye teşvik ettiğinde, ülkeden gülünç bir şekilde kovulmalıyken, bunun yerine, Trump, onu ABD Sağlık ve İnsan Hizmetleri Bakanlığı'nın başına getirdi, bu tamamen aptalca ve Trump için çok utanç verici olmalı. (…)

Ama, Trump'ın Beyaz Saray'a dönmesini ve MAGA'nın (Donald Trump'ın 2016 kampanyasında öne çıkan 'Amerika'yı Yeniden Büyük Yapalım) "Make America Great Again" (MAGA) hareketi, ABD siyasetindeki sloganın etkisiyle) bütün iktidar pozisyonlarına aptal beyinli adamlarını güvenle ve utanmadan yerleştirmesini bekliyoruz.

Sosyal hayata, 'Utanma'yı geri getirmek, Trump'la başa çıkmak için güçlü bir araç olabilir

Mesele, tam da bu son kısımda: "Utanmamak." (…)

Utanç bizi kontrol altında tutan şeydir, ya da en azından öyle olmalıdır..

Sosyal alanda aptallığa tahammül edersek, bu durum gelişecektir.

Utanma duygusundan yoksun olan Trump , sosyal engelleri ortadan kaldırmak için elinden geleni yaptı.

Aksi takdirde, politikacıların onu desteklemesini nasıl açıklıyorsunuz - hüküm giymiş bir suçlu , inatçı bir yalancı, cinsî tacizden üç kez suçlanmış bulunan - Trump gibi birini Amerika'nın en güçlü pozisyonuna geri getirme kararı utanç verici olmalıydı, olmadı..

*

Trump, MAGA'nın 'unutulmuş' Amerikalılar yerine Musk'ın parasını seçti. Üzgünüm, yabancı düşmanları!

Bu, Trump'ı, ister siyaseti, ister kişiliği nedeniyle olsun, sevmeyen insanların kendilerini güçsüz hissetmelerine yetecek kadar bir şey. Bunu anlıyorum.

Ancak 'Trumpizm' çağında iktidarı geri almanın en iyi yolunun aptallığa tahammül etmeyi bırakmak olduğunu düşünüyorum.

Aptallık kitap zekâsıyla ilgili değildir, cehaleti seçmekle ilgilidir

Daha fazla ayrıntıya girmeden önce, "aptallık" derken neyi kastettiğimizi açıklığa kavuşturalım. Herhangi bir eğitim seviyesinden bahsetmiyorum.

Trump'ın etrafına topladığı insanların çoğu eğitimli ama, aptal insanlar!.

Aptallık, hiç anlamadığınız şeyler hakkında otoriter bir şekilde konuşmaktır. Daha net olarak ise, yanlış bir şey söylemeye ve yanıldığınızı kabul etmeyi reddetmeye istekli olmaktır.

Bana göre bunlar utanç verici özellikler olmalı.

'Seçilmiş yetkililer'in aptallığına göz yummak bırakılsın

Ancak Trump'ın ilk başkanlık zaferinden bu yana, bazı insanlar bu tür özellikleri dile getirmekten korkuyor.

Tartışmanın özü şu: "İnsanları ikna etti, o yüzden ona aptal dememeliyiz, yoksa seçmenlerine hakaret etmiş oluruz; onları anlamak için elimizden geleni yapmalıyız."

Bu, pek işe yaramadı. Aksine, gururlu cehalet gelişti .

Şimdi, Trump yönetiminin getireceği yeni cehennemi beklerken, gerçeklikten kopuk bir gerçekliği benimsemiş politikacılara yaranmaya son verme zamanı..

Aptalların rahat hissetmesini sağlamak, kimsenin vazifesi değildir

Trump , eski bir ABD Ordusu askerinin gerçekleştirdiği bir iç terör eylemini göçmenlere yüklediğinde , buna yüksek sesle aptalca demeliyiz. Bu, farklı görüşler veya "anlaşamama konusunda anlaşma" meselesi değil.

"Temel gerçekleri kabul edemiyorsan, dışlanması gereken bir aptalsın demektir."

İnsanları saçmalıklara inandıkları veya apaçık yalan söyledikleri için utandırmak zâlimlik değildir.

Çocuklarımız saçma sapan şeyler söylediğinde veya gerçeğin alâkasız olduğunu düşündüğünde onları şımartmayız. Onları düzeltiriz. Ve bunu Trump'ın getirdiği ve getirmeye devam ettiği türden bir kaostan kaçınmak için de yapmalıyız.. (..)

Aptalları rahatlatmak, daha fazla aptalın takip edeceği bir yolu açar.'

*

Trump'ın ABD Başkanlığı'na yeniden geçecek olması münasebetiyle, bu yeni dönemin neler getireceği ve özellikle 'Beyaz Hristiyan Milliyetçiliği' dalgalarının daha bir yükseleceği konusunda yine Amerikan medyasında yer alan bir yazıdan bazı bölümleri de aktaralım:

*

Evet, Amerikan medyasında bugünlerde, 'Beyaz Hristiyan Milliyetçi Hareketi'nin oluşturduğu tehdit ve bunun önümüzdeki dört yıl içinde daha da tehlikeli hale gelebileceğini işleyen yazılar göze çarpıyor.. (Örnek, CNN, 12 Ocak 2025)

*

Ve bu hareketin takipçilerinin seçtiği Trump Beyaz Saray'a geri dönüyor.

Trump yönetiminde, 'Beyaz Hristiyan Milliyetçiler', federal hükümetin gücüne benzeri görülmemiş bir şekilde sahip olacaklar. Trump'ın Cumhuriyetçi Partisi Kongre'de birleşik , tam kontrole sahip. Ve Hristiyan çıkarlarını destekleyen bir dizi kararda Kilise ile Devlet arasındaki çizgiyi zaten belirsizleştirmiş olan muhafazakâr bir süper çoğunluk , ABD Yüksek Mahkemesi'ni de kontrol ediyor.

Trump, kampanya konuşmalarında Amerika'da "Hristiyan karşıtı önyargıyı" ortadan kaldırmak için; sık sık, "Benim güzel Hristiyanlarım " hitabını tekrarlıyordu..

*Peki bu harekete katılmayan Amerikalılar için önümüzdeki dört yıl boyunca hayat nasıl olabilir?

-(Bu soruya Hristiyan Milliyetçiliği konusunda Michigan'daki Calvin Üni.de tarih profesörü ve Notre Dame Üniversitesi Din Felsefesi alanında öğretim üyesi olan Kristin Du Mez, Trump'ın seçilmesiyle 'Beyaz Hristiyan Milliyetçileri'nin inanılmaz bir güce eriştiklerini belirtiyor ve şöyle diyor -özetle- :

*"Bu cereyan, iktidarı ele geçirmek ve bu gücü kullanarak 'Hristiyan Amerika'yı başlatmak için bir vizyon."

Birçok kişiye göre, Amerikan halkını Hristiyan bir ulus ilan etmek zararsız görünebilir. Ancak Hristiyan Milliyetçiliği, nihayetinde demokrasiyle bağdaşmaz.

*Peki, Trump'ın zaferi, Beyaz Hristiyan Milliyetçi Hareket'e ne kazandıracak?

-Beyaz Hristiyan Milliyetçi Hareketi'ni cesaretlendirecek ve güçlendirecektir. Muhtemelen, Beyaz Hristiyan Milliyetçiliği kurumsallaştıracaktır..

Meselâ, LGBTQ yanlısı olarak algılanabilecek veya zararlı bir siyasî gündem içerebilecek herhangi bir kitap — bunlar hedef alınma olasılığı yüksek olan ve kesinlikle okul müfredat programlarından ve okul kütüphanelerinden kaldırılacaktır.

Ve bu bağlamda, aynı cinsler arasında evlilik hakkı, kürtaj hakkı veya daha geniş LGBTQ hakları yoktur. Bunlar, Anayasa tarafından garanti altına alınan haklara ilişkin anlayışları içinde mevcut değildir. Anayasayı Tanrı'nın yasası ışığında yorumlamak gerekir..

*Bazı Hıristiyan Milliyetçiler neden Eğitim Bakanlığı'na düşmanca davranıyor?

-Hristiyan sağında Eğitim Bakanlığı'na karşı muhalefetin onlarca yıl öncesine dayanan uzun bir geçmişi var. Okullar çocukların birincil eğitim yeri olarak görülüyor ve bu muhafazakâr Hristiyan ideolojisinde ebeveynlerin çocuklarının değerlerini ve ideallerini şekillendirme haklarına çok güçlü bir vurgu var.

*Trump'ın zaferi, Beyaz Hristiyan Milliyetçi hareket çevrelerinde daha da fazla saygı görmesine mi yol açtı?

-Kesinlikle.. Trump'ın zaferinin, Trump'ı açıklamak ve desteklemek için 2016'dan beri kullandıkları çerçeveyle uyumlu ilâhî bir yetkiyi gösterdiği fikri yaygın. O, bir şekilde zorlu, tarihi politik an için Tanrı'nın seçtiği lider olarak görülüyor.

Onun İlahî rolüne dair his, suikast girişimi ve bazılarına mucizevî görünen hayatta kalmasıyla kesinlikle azalmadı. Trump buna yaslandı ve Tanrı'nın onu kurtardığını söyledi.

Hristiyan milliyetçiliği ve militan patriyarka'nın el-ele gittiğini söylüyorsunuz..

-Beyaz Hristiyan milliyetçiliği, Amerika'nın belirgin bir şekilde Hristiyan bir ülke ve ulus olduğu fikridir. Bu fikrin içinde, Hristiyan Amerika'yı yeniden kurmak gerektiği fikri de var. Bu da, geleneksel aileyi, ataerkil aile yapısını ayrıcalıklı kılmayı gerektiriyor.. Tanrı'nın insan refahını erkek hakimiyetine dayalı ve ona itaatkâr ev hanımı olan bir eşe sahip olmak olduğuna inanıyorlar. Buna benzemeyen herhangi bir aile yapısı, toplumu zayıflatan bir şey olarak görülüyor.

Hıristiyan Milliyetçisi, inancı, aileyi ve ulusu savunmak için güçlü Tanrısal adamlara ihtiyacımız olduğuna dair söylemleri esas alır.

*Bu tanımlama göz önüne alındığında, Beyaz Hristiyan Milliyetçiler'in Kamala Harris'i desteklemesi ihtimali var mıydı?

-Hayır. Hiçbir Beyaz Hristiyan Milliyetçisi Kamala Harris'e oy vermezdi..

Hristiyan Milliyetçiliği bu, biz-onlar zihniyeti üzerinde gelişir ve her zaman bir düşmana ihtiyaç duymakla bağlantılıdır. Ve günümüz Hristiyan milliyetçiliğinde düşmanlar dahilîdir. Onlara göre, Hristiyan Amerika'nın iç düşmanları laik hümanistler, feministlerdir.

*Peki Hristiyan milliyetçiliğine katılmayan Beyaz Hristiyan evangelistler nereye gidiyorlar?

-Bu Hristiyan Milliyetçi gündemine katılmak için çok fazla baskı var. Açıkça desteklenmesi gerekmiyor, ancak itiraz etmemek için muazzam bir baskı var. Donald Trump'ı ve gündemini desteklemek zorunda değilsiniz - sadece buna karşı konuşamazsınız, böylece işinizi koruyabilirsiniz.

*Peki bu hareket her istediğini elde ederse, bu ülke ne hale gelecek?

-Anlamlı bir dini özgürlük olmayacak. Esasen gerçek Amerikalılar - buna inananlar veya inanıyormuş gibi yapanlar - ve sonra geri kalan Amerikalılar arasında iki katmanlı bir toplum olacak. Eğer inançsız biriyseniz veya Müslümansanız veya gerçek bir Hristiyan olmadığı düşünülen biriyseniz, bir yeriniz olacak, ancak bir sesiniz olmayacak. Yasalara, genel olarak. İncil yasasının çerçevesine sahip olacağız. Çünkü, gerçek özgürlük Tanrı'nın yasasına boyun eğmekten gelir görüşü hâkimdir..

*Beyaz Hristiyan Milliyetçiler'in bir gün Trump'la yaptıkları bu ittifaktan pişman olacaklarını düşünüyor musunuz?

-Hayır. Çünkü en çok istedikleri şey, amaçlarına ulaşma gücü.'

*

**

Evet, bu aktarılanlarda, ilgi çekici ve düşündürücü hususların olduğu da fark edilebilir..

*

Selahaddin Eş Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.