31 Mart 2024 günü 'Türkiye'de yapılan mahallî seçimler, Batı dünyasında büyük sevinç dalgası oluşturdu ve hattâ daha da ileri gidilerek bazı medya organlarında bu seçim, 'Türkiye'de İslâmcılığın öldüğünün ilâmı'dır şeklinde yorumlar, makaleler bile yazıldı.
Unutulmaması gereken husus şu olmalıdır: Müslümanlar ve İslam dünyası, kendilerini Batı medeniyeti olarak isimlendiren dünyanın ezelî bir kâbusu ve korkulu rüyasıdır ve İslam dünyasına karşı devamlı bir husûmet duygusu vardır. Ancak, İslâm karşıtlığı ve düşmanlığı (anti-islamizm) ile İslam korkusunu, (İslamofobia)'yı ayırt etmek gerekir. Çünkü, düşmanlık veya karşıtlık, savaş veya barışla ya da uzlaşmayla sonuçlanabilir. Korku (fobi) ise, psikiatri kliniklerinde kolayca tedavi edilemeyen en muannid , inatçı ruhî saplantılardır.
31 Mart 2024 mahallî seçimlerinde, evet şu veya bu parti değil, dünyadaki bütün İslâm düşmanlarını sevindiren ve 'İslamcılık öldü' nârası attıran bir tablo ortaya çıkmıştır; onların içindeki o korkuyu anlamak gerekir. Ellerinden gelse, İslam'ı ve Müslümanları yok ederler. Her an yeni bir Haçlı Seferi veya yeni bir Moğol İstilâsı hayali içindedirler. Evet, geçmiş tarih dönemlerinde, İslam'ın sonunu getirdik diye nice nâralar atmışlardı.. Ama İslam, hâlâ hayattadır ve bilmiyorlar ki İslam'a ebediyyet vaad edilmiştir...
Halbuki, bizim onları, toptan yok etmek diye bir hedefimiz yok. Bir (korku /fobi) içinde de değiliz. Ve kimseye kendi inancımızı, dayatmak diye bir vazifemiz yoktur ve hattâ bundan, 'Dini zorla kabullendirmek' çabasından da kaçınmamız emredilir. Ama, isterlerse, onlara Hakk'ı tanıtmak, onları kurtarmaya vesile olmak, onları hidayetle tanıştırmak için çaba harcarız; hidayeti nasib edecek olan da Allah-u Teâlâ'dır.
Ama, Haçlı (Salibî) ruhu ve kültürü, iflah olmaz, şifa bulmaz bir hastalıktır. Düşünelim ki, alman felsefesinin en büyük isimlerinden sayılan Leibniz, 1675'lerde Paris'e gider ve Avrupa'nın kurtulması için, 'Osmanlı Devleti'nin ortadan kaldırılması gerektiği' görüşünü aktarır, muhatabı Fransa İmparatoru'na...
250 sene sonra ise, Osmanlı parça parça ediliyordu.
Evet, emperyalist dünya, Müslüman halkların kendilerine gelememesi için her yolu denediler. Yerinde ve sağlıklı kullanıldığında Müslümanların tek bir irade altında toplanmasında muazzam bir güç odağı olan Hılâfet kurumu ise, 100 sene önce, 3 Mart 1924' günü bertaraf ediliverdi. Ve bugün, müslüman dünyası iki milyarı bulan dev bir kitle, ancak, başı yok. Bu yokluğun acısı giderek ve Bosna, Keşmir, Türkistan, Çeçenistan, Arakan, Filistin gibi bölgelerdeki çok ağır ve acı felaketlerle de olsa zihinleri zorluyor.
*
Ama İslâm, Allah'ın dinidir ve ilk Peygamberden bu yana bütün 'Enbiyaullah'ın /İlâhî Peygamberler'in ortak dinidir ve ona ebediyet vaad olunmuştur. Ve Hakk ve baatıl, mükevvenatın halkedilmesindeki iki zıd kutuptur. Nemrud'un zorbalığına karşı bir Hz. İbrahim ve, Firavun'ların sonu gelmez zulüm ve entrikalarına karşı bir Hz. Musâ... Altın gücüne dayanan Samirî Yahudilere karşı bir Hz. İsâ... Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi şirk dininin önderlerine karşı bir, Hz. Muhammed (S)...
Evet, bütün ilâhî peygamberlerin hayatında da en zıd kutuptakiler de hep vardı. Nemrud ve firavunlar, Ebû Leheb'ler evet, ölüp gitmişlerdir ama, zihniyetleri devam etmektedir. Ve onların şeytanî dünyalarına karşı da 'her Firavuna karşı bir Musâ' hep olmuştur ve olacaktır.
Bu bakımdan birilerinin, 'İslam'a göre bir dünya kurmak' hedefi taşıyan Müslümanlar için kullanılan 'İslamcılık' isimlendirmesinden duydukları korkular yüzünden 'İslamcılık öldü' diye boş yere sevinmelerine bakıp kaygılanmaya gerek yoktur. Bir fransız yazarı 'O.R.', bir kitabının adını 'İslamcılık öldü' şeklinde vermişti. Ama, o zamandan sonra, nice İslâmî arayışları gördükçe, söyleyecek söz bulamamıştı.
Emperyalist güçler, eski kolonyalist/ sömürgeci yöntemlerin artık geçerli olmayacağını anladıkları zaman, yerli halkın içinden, onların dilleri, yaşayış tarzları açısından onlardan farksız olmayan, ama, kafalarının için emperyalizmin ölçülerine indekslenmiş yerli kuklalarını 'New colonialism' anlayışı içinde Müslüman halkların başlarına diktiler.
Bizde de 'İslâm bitti. Onu hayattan kovduk.' diyenler çoktan yok olup gittiler. Moğol İstilası'ndan sonra, 'İslam bitti' sananlardan bugün hiçbir haber yok. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı'yı parça parça edince, 'İslâm'ın işini bitirdik' diye sevinenlerin hayalleri de gerçekleşmedi; Müslüman dünyası içten içe kaynıyor. Bu, onun hayatiyetine işaret etmektedir.
Bugün de Fransa'da en faşist cebhenin lideri Marine Le Pen, Fransız okullarındaki büyük tehlikeden söz ediyor, İslam saldırısından dem vuruyordu, geçenlerde.
Ne miydi, 'İslam saldırısı' dediği?
Müslüman ailelerin kız çocuklarının okullara İslâmî örtü gereklerine riayet ederek gitmeleriydi.
Evet, emperial-şeytanî odakların 'İslamcılık öldü..' şeklindeki sözleri, gerçekte, korkularını yansıtıyor.
Kezâ, Müslüman'a ümitsizlik içinde olmak haramdır. Biz, bir ölür, bin diriliriz.. Ve de, 'aşk yolcusu yorulmaz.. Dağları aşar -gider..'
*
Mâdem ki, konu bir daha gündemimizde getirildi, o halde, bu konunun en azından son asırlardaki tezahürlerine şöyle bir göz atmakta fayda olsa gerek.
*
Önce, 'İslamcılık siyaseti' ibaresinden ne anlamalıyız?
Bu ibare, burada geçen kelimelerden anlaşılacağı üzere, 'İslâmcılık', sıradan Müslümanlardan ve İslam'ı, sadece bir takım ferdî ibadet şekillerini yerine getirerek kendilerini müslüman olarak niteleyen ve amma, inançlarının dünya hayatlarına nasıl hâkim kılınacağını dert edinmeyenlerden farklı olarak, 'İslâm'a göre bir siyaset takib etmek' şeklindeki isteklerden oluşan sosyo-politik cereyanı ifade etmektedir; her halde. Herhalde diyoruz. Çünkü o şeklî konuların, müslüman kişilerin iç dünyaların, duygu ve düşünce dünyalarına ne kadar hâkim olduğu hakkında kimsenin elinde bir ölçü âleti yoktur.
İslâmcılık, denilebilir ki, son yüzyılda çıktı karşımıza, bir çare ve çözüm projesi olarak...
Bir toplumun veya toplumların gidişatının sağlıksız olduğu fikrinin yaygınlık kazandığı dönemlerde, çözüm projelerinin öne sürülmeye başlanması tabiîdir.
Her şeyin mükemmel olduğuna inanılan dönemlerde ise, başka çözüm yollarından sözetmenin abes sayılacağı açıktır.
Nitekim, Hz. Peygamber (S) döneminde müslümanlar arasında muhtelif cereyanlar yoktu. Yeni bir toplum modeli doğuyordu ve Resul-i Ekrem (S) ümmetini ve toplumu ve çağını Kitabullah'ın hükümlerine göre şekillendirmeye çalışıyordu. Bu, İslam siyaseti idi. Toplumu, dünyayı ilahî / mutlaq doğrulara göre yeniden kurmak çabası...
Ancak, bu siyaset, daha sonra ne kadar başarıyla sürdürülebildi, o ayrı konu...
'Asr-ı Saadet' den sonra ve 'Khulefâ'y-ı Râşidîyn (Olgun Halîfeler)' dönemi olarak isimlendirilen dönemin ise, mutlak bir örnek oluşturduğunu pek söyleyemeyiz. Çünkü, hele de Hz. Osman zamanında ortaya çıkan ve sonunda bizzat Hz. Osman'ın da katliyle sonuçlanan büyük karışıklıklar ve ondan sonra Hz. Ali'nin işbaşında bulunduğu 4,5 sene zarfında, sosyal bünyeyi sağlıklı bir zemine oturtmak için yapmak zorunda kaldığı ve düne kadar müslüman toplumunun seçkinleri olarak kabul edilenlerin rakib- hasım olarak karşısına çıktığı Cemel, Sıffîyn ve Nehrevan gibi üç büyük içsavaştan geriye kalan tablo, İslam Milleti'nin kalbindeki derin acıları hâlâ da hissettirmektedir.
*
Hz. Ali'nin katledilmesinden sonra ise... İş tamamen çığırından çıkmış ve saltanat usûlüne geçilmiştir. - İskilibli M. Âtıf Efendi'nin deyimiyle,- artık 'Hılâfet-i kâmile' (mükemmel Hılafet) dönemi bitmiş, 'Hılâfet-i nâqıse' (noksan Hılafet) denilen bir dönem başlamıştı. Çünkü, artık şer'an hak sahibi anlayışına göre değil, güç sahibi oluşa göre şekillenen bir iktidar dönemi başlamıştı ve bu durum 14 asrını alacaktı, müslümanların... Sultacılar, sultanlar, liderler, despotlar, tiranlar, diktatörler, melikler, şahlar, zer (altın) ve zor yoluyla tebelleş olmuşlardı ümmetin başına.
Ve, ümmet de onlara, dünya daha büyük fitnelere giriftar olmasın ve fesada uğramasın diye, boyun eğdirilmişti.
Çünkü, en kötü hükûmet bile, tam bir anarşi demek olan hiç hükûmetsizliğe tercih olunurdu.
Müslüman toplumların tarihi, bu açıdan, nice Yezid'leri, 'kendisi mel'ûn ise de, hükûmeti meşrû' ve vâcib'ul itaattir..' mantığıyla, kabulle zorlayan bir anlayışla malûldür.
Ve asırlarımızın nasıl geçtiğini pek anlamamışız herhalde. Çünkü geriye, sadece askerî zafer veya yenilgilere göre şekillenen kapalı bir toplum örneği kalmıştı. Elbette tarihin seyri içinde, istisnalar da olmuş ve o iktidar oyunlarının içinde yine de asâletini ve dünyaya aid aslî değerlerinin içinde kalmaya dikkat edenler de olmuştur.
Ama, en güçlü olduğumuzu zannettiğimiz ve genel siyasetimizi askerî gücümüzün belirlediği kabul edilen dönemlerde bile, dünyayı çok iyi okuduğumuz da iddia edilemez herhalde...
Bir örnek olarak, henüz 500 yıl öncelerde, Avrupa toplumlarının mezheb kavgalarıyla birbirlerini aç kurtlar gibi boğazladığı ve 30 yıl süren savaşların içinde korkunç şekilde boğuştukları dönemde bile, olup bitenlerden pek fazla haberimizin olmadığı anlaşılıyor. Çünkü müslümanların büyük gücü Osmanlı'nın Avrupa ülkelerinde daimî sefarethaneleri/ elçilikleri yoktu; ulemânın verdiği, Müslümanların 'Dâr'ul Harb'de daimî olarak ikamet edemiyecekleri' yönündeki fetvâlarıyla...
Halbuki, Avrupa devletlerinin pekçoğunun İstanbul'da daimî elçilikleri vardı, içimizdeki her şeyden haberdar olabiliyorlardı.
Bizim ise, ulaştırılacak bir mesajımız veya yapılacak bir ticaretimiz varsa, onlar için, müslüman memurlar veya tâcirler, ancak geçici olarak sefere çıkmak iznine sahib bulunuyorlardı. Böyle olunca da, Avrupa'nın o korkunç karanlık döneminden, doğru dürüst bir haberimizin olmadığı ve o kadar çaresiz kalan toplumlara, cihanşumûl olduğuna inandığımız inancımızın mesajını oluşturmak gibi barışçı yollara bile tevessül edemiyorduk.
Hattâ o kadar ki, müslümanların en büyük gücü olduğu kabul edilen Osmanlı Devleti'nin, Endülüs'deki müslümanlardan da pek haberi olmamıştı.. Keza, Afrika'nın ortasında doğudan batıya, Sudan'dan Nijerya'ya kadar kadar uzanan Orta Afrika kuşağının içinde yer alan ve halklarının çoğunluğunu müslümanların oluşturduğu, bugün, Mali, Moritanya, Çad, Nijer, Fildişi Sahili, Gana, Gine, Senegal gibi ülkeleri içine alan coğrafyada yüzlerce yıl hükümranlığını sürdüren Sokoto İmparatorluğu'ndan da pek haberimiz yoktu.
Aynı şekilde; haydi İran'da halkın büyük ekseriyeti 500 yıl öncelerde bu günlerde, Şah İsmail'in maddî veya ruhî baskılarla İslam'ın sünnî yorumundan şiî yorumuna geçtiğini ayırsak bile, İran'ın doğusunda yer alan Afganistan ve Türkistan ile de, Hindistan'daki on milyonlarca müslümanlarla da ilgilenemedik, asırlarca... Kezâ, bugün Malezya, Endonezya ve Patani'de yaşayan ve halklarının ekseriyetini oluşturan müslümanlarla da ilgilenemediğimiz gibi...
Yani, asırlarca, bir İslamcılık siyaseti takib edemedik.
………..
Bir sonraki yazımızda konuya devam ederiz inşallah…
Selahaddin Eş / Çakırgil