Pakistan iç sancılar içindeyken; Hindistan'da Modi, Müslümanlara daha bir kan kusturmaya hazırlanıyor.
Dünya Müslümanlarının 8 milyarlık dünya nüfusu içindeki payı, 2 milyar civarında hesab edilmektedir. (Bu rakamlar kendilerini Müslüman olarak niteleyenleri ve ailelerini, çocuklarını içine alır. Halbuki, anne-babalarının İslam'la hiçbir ilgisi olmasa bile, bütün çocuklar, İslam fıtratinde olarak dünyaya gelirler ve rüşd yaşına gelinceye kadar da mâsum/ günahsızdırlar. Bu açıdan bütün dünyanın çocukları da Müslümanların sayısına eklendiğinde 2 milyar civarında hesab olunan Müslüman nüfusunun sayısı, 4 milyara bile yaklaşabilir... Ama bizim bu yazıda ele alacağımız konu, 2 milyar olduğu kabul edilen dünya Müslümanlarının üçte birinden fazlasının yaşadığı ve 75 sene öncelere kadar Hind Alt Kıt'ası denilen ve şimdi ise Pakistan, Bangladeş, Keşmir ve Hindistan'da yaşayan Müslüman halkların coğrafyalarında yaşanan ve üzerinde pek fazla durmadığımız yüzlerce milyonluk dev kitleler olacaktır... Pakistan'ın 250, Bangladeş'in 225, Keşmir'in 40 ve 1,5 milyar nüfuslu Hindistan'daki Müslümanların sayısı da 275 milyon kadar tahmin olunduğuna göre, 800 milyona yaklaşan bir muazzam rakamla karşı karşıyayız..
Öyleyse geliniz, bu coğrafyalarda özellikle son zamanlarda yaşanan düşündürücü ve acı gelişmelere değinmeye çalışırken, bu büyük coğrafyalarda yaşayan kardeşlerimizin uzak-yakın tarihlerine bir göz atalım.)
*
Önce, resmî adı 'Pakistan İslâm Cumhuriyeti' olan Pakistan'a bir bakalım...
Pakistan, Osmanlı'nın tarih sahnesinden buharlaştırılmasından 30 sene kadar sonra, 14 Ağustos 1947'de, bağımsızlığını 'Pakistan İslam Cumhuriyeti' adıyla ilan eden, evet, bu isimle sahneye çıkan 'ilk devlet' olduğu için gençlik yıllarımızda o ismiyle bile bize heyecan kaynağı oluyordu.
İngiliz emperyalizminin Hindistan'da tahakküm ederken, Müslümanların büyük bir kısmı Yarımada'nın kuzey batısındaki Pencab Vadisi'yle kuzey doğusundaki Bengal Körfezi'nde toplanmış durumda yaşıyorlardı. Elbette büyük kitleler halinde başka yerlerde de var idiler.
İngiltere'nin Hind Yarımadası'ndan çekilip gitmesi için verilen mücadelenin tarihi 100 yılı aşkın bir zaman dilimini doldurmaktadır. Ünlü bir Hindu filozof, şair ve mütefekkiri olan ve 1940'da vefat eden Rabindranath Tagore, 'GORA' isimli romanında 'Bengal'in Müslüman köylüleri olmasaydı, biz hürriyet'in ve hürriyet mücadelesinin ne demek olduğunu anlayamazdık...' gibi sözler söylemişti.
Hind İstiklal mücadelesinin lideri Mahatma Gandhi'nin de Müslümanlarla yakın teşrik-i mesaîsi ve hattâ Güney Afrika'da avukatlık yaptığı gençlik yıllarında Güney Afrika Müslümanlarıyla çok yakın işbirliği içinde olduğu biliniyor. Bu açıdan bakıldığında, Hindistan'ın bağımsızlıktan sonra Müslümanlarla bir arada yaşama niyeti taşımasında samimî olduğu bile düşünülmüştür.
Ama, Gandhi'nin, Hindistan'ın bağımsızlık mücadelesinin ileriki yıllarda İngiltere tarafından daha mülâyim karşılanacağı gerekçesiyle, 1. Dünya Savaşı başladığında İngiltere'ye destek vermesi; Hind Müslümanlarıyla arasına derin bir kopma meydana getirmiştir. Çünkü, İngiltere, o zamanki şartlarda Müslüman dünyasının en büyük gücü ve devleti olan Osmanlı'ya karşı savaşıyordu. Gandhi, o savaşta İngiliz emperyalizminin tarafını tutmakta çok maslahatçı bir yaklaşım sergilerken, Hindistan'da asırlardır iç içe yaşadıkları büyük Müslüman kitlelerin duygusunu kale almamıştı. Hind Müslümanlarının, başta Muhammed İqbâl Lahoorî olmak üzere, Mevlanâ Ebu'l-Kelâm Azâd gibi büyük öncüleri, Gandhi'nin Müslümanların duygularını umursamayışının da etkisiyle, Hind Müslümanlarının kendi inançlarına göre bir devlet oluşturması gerektiği düşüncesine daha bir kararlı şekilde yönlendirmişti.
Bunun içindir ki, Müslümanların 'Hindu'lardan ayrı ve kendi inançları çerçevesinde kurulması gereken bir devletin hakimiyeti altında yaşamaları' fikri, hele de Muhammed İqbâl tarafından çok güçlü ve etkileyici şekilde dillendirilmeye başlamış ve gelecekteki bu devletin adı da yine İqbâl tarafından, 'Pâk insanlar diyarı' mânasında, 'Pakistan' olarak konulmuştu. M. İqbâl, isim babalığını yaptığı bu devletin kurulduğunu görmeden ayrıldı dünyamızdan ve onun vefatından 9 sene sonra kurulabildi Pakistan..
Ve amma, bu kuruluşta İngiliz emperyalizmi Hindistan'ın geleceğinde devamlı çatışmaların tezgâhlanabilmesi için, fitne ve entrika yollarını açık bırakmıştı.
Bu cümleden olmak üzere, coğrafî olarak birbirinden 2 bin km. uzakta ve arada 'düşman Hindistan'ın bulunduğu, Bengal Körfezi'nde Doğu Pakistan, Pencâb Vâdisi'nde de Batı Pakistan olmak üzere, iki parçalı bir devlet oluşmuştu... Bu iki parça arasında direkt kara ve hava yolu yoktu... Sadece, Hindistan yarımadasının güney ucundan deniz yoluyla gidilebiliyordu, birinden diğerine...
Ve, bir vapur da en erken 15 günde varıyordu, bir parçadan diğerine...
Bu 2 parçalı devletin varlığı, 14 Ağustos 1947 günü dünyaya ilk başkanı da Muhammed Ali Jinnah idi. Ama, o, Pakistan'ın kuruluşunu dünyaya ilan ederken, yaptığı ilk konuşmada, 'yeni devletin İslamî esaslara göre değil, laik esaslara göre kurulduğu'nu açıklıyordu, ama bu konuşmanın o bölümlerinin Pakistan'da yayınlanması 30 küsur yıl yasaktı...
*
Doğu Pakistan'ın bulunduğu Bengal Körfezi'nde ve Hindistan tarafında kalan Kalküta ve çevresinde çevresindeki yüz milyonlar Bengalce ve Sanskirtçe konuşuyorlardı, Tagore gibi... Batı Pakistan halkı ise büyük çapta Urduca, Sindce, Farsça, Belûçce, Peştuca konuşuyorlardı. Ayrıca 100'e yakın ve birbirinden çok farklı mahallî diller de bulunuyordu, Hind diyarlarında... Esasen, Jinnah' için İngilizler, 'Bir İngiliz kadar kadar İngiliz...' diyorlardı.
*
Pakistan'ın, birbirinden 2 bin km. uzaklıktaki bu iki parçasındaki yüz milyonları birbirine bağlayan şey, sadece inanç birliği idi ve o inanç sisteminin adı İslam idi.
Pakistan öncesi olmayan bir devlet idi... (Hatırlayalım, Osmanlı rejimi sona erdi, ama, devlet mekanizması, Cumhuriyet adı verilen yeni bir rejim tarafından devralındı, bütün devlet kurumlarıyla. Yani, yeni bir devlet kurulması söz konusu değildi. Pakistan'ın öyle bir evveliyatı yoktu.) Ortada bir rejim değişikliği söz konusu değildi, yeni bir devlet kuruluşu yaşanıyordu.
Ama, istiklalin, bağımsızlığın tekrar elde edilmesinden sonra İslam denilse de on milyonların günlük sosyal hayatında devletin âdil bir düzenleyici rolünü hemen ve başarılı şekilde üstlenmesi ve etkisinin görülmesi kolay değildi. Ve bu düzensizlikleri, halkı koruyup gözetlemek adına üretilen yaldızlı şiarlarla, sloganlarla kötüye kullanmak isteyen odaklar da gelişiyordu. Üstelik, iki parça arasında ortak dil, Urduca ve Bengalce'den çok İngilizceydi. Bu da bu 2 parçalı devlet arasında rahat bir irtibat kurulmasına engel teşkil ediyordu.
Ve 1970 Baharı'nda, Himalaya'lardan başlayan ve Körfez çevresinde meydana gelen ve de 750 bine yakın insanı yutan büyük sel felâketi, kopmanın büyük ateşleyicisi oldu.
O büyük felaket, çaresiz kitlelerin Bengal halkı için ayrı bir devlet kurmak fikrini açıkça dile getiren Şeyh Mûcib'ur-Rahman'ı ve onun 'Awamî Lig' (Halk Partisi)'ini bir kurtarıcı seviyesine yükseltiyordu.
Sonunda Mûcib'ur-Rahman, Hindistan başbakanı Mss. İndira Gandhi'nin 'ebelik' desteğiyle, Bangladeş (Bengallilerin ülkesi) adında yeni bir devletin doğduğunu ilan ediyordu, 26 Mart 1971'de...
Ama, Pakistan Devleti bu ayrılmayı isyan olarak değerlendirip, derhal askerî müdahalede bulundu. Niyazi Khan ve Tikka Khan gibi ünlü generallerin komutasındaki dev bir ordu, halk kesimleriyle karşı karşıya gelip savaşa girince erimekten kurtulamadı. Bu arada, Bengal halkının desteğini de kazanan 'Mukhti-Bahini' isimli bir silahlı mücadele örgütü de gerilla savaşı taktikleriyle etkili oldu ve başkenti Dakka olan bu yeni devletin başına geçti ve kendisine (bir yerlerden esinlenmişcesine) 'Bangabandu' (Bengal halkının atası) unvanını kanûnen verdirtti.
Ama, Pakistan'ı parçalamakta başarılı olan Şeyh Mûcib'ur-Rahman, yeni kurulan Bangladeş devletinin meselelerini halletmekte aynı başarıyı gösteremeyince, 1975'de yapılan bir kanlı askerî darbe sırasında, bugün Bangladeş başbakanı olan kızı (ve o zaman küçük bir kız çocuğu olduğu ve gizlendiği için kurtulan ve yurt dışına götürülen) Şeyh Hasine Vacid dışında, bütün aile efradıyla birlikte korkunç şekilde katledildi..
Aradan geçen 50 yıl içinde Bangladeş, bir çok askerî darbe daha gördü ve sonunda, Şeyh Mûcib'in kızı Hasine Vâcid'in partisi bir seçim kazanıp iktidara geldi ve ilk yaptığı iş, babasının ve aile efradının öldürülmesinde dahli olanlarla, Doğu Pakistan'ın Batı Pakistan'a isyan etmesine, -İslam birliği idealine bağlı kalmak adına- karşı çıkan müslüman liderlerden onlarca ismi, 'ülkenin bağımsızlığının düşmanı' ilan ederek idam ettirdi, ettirmeye hâlen de devam ediyor... Ve on yıllar boyu unutulan 'Banga-bandhu' şimdi artık resmî söylemlerin anahtarı durumunda..
Bu arada Bangladeş geçtiğimiz aylarda bir genel seçime gitti. Ama, muhalefet partileri seçimleri boykot ettiler. Sadece bağımsız adaylardan 70 kadarı seçildiler ve onlar da, 'Biz aslında Hasine Vâcid'in bilgisi ve izni dahilinde seçimlere girdik' diye, yelkenleri daha baştan indirdiler.
Bu arada, (eski adı Birmanya olan) Miyanmar'ın Arakan bölgesinden, Miyanmar'daki 'İslam düşmanı' askerî yönetimin baskılarından kaçıp Bangladeş'e sığınan 2 milyondan fazla Müslüman'ın çok ağır hayat şartları altında olduğu ve esasen kendisi de oldukça fakir olan Bangladeş'in de bu faciaya derman olacak bir ekonomik gücünün olmadığı da hatırlanmalı...
Keşmir konusunu da bir sonraki yazıda ele alalım, inşallah…
Selahaddin Eş Çakırgil