Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Mayıs 14, 2024
İslâmcılık siyaseti bitti mi, yeni mi başlıyor? -3-

Son yazımızı, 'Lozan'da emperyalist güçlerce dayatılan laik rejim, halkımızın ve ülkemizin bütün imkânlarını bir asra yakın bir süre İslam'la savaşarak heba etti..' cümlesi ile bitirmiştik. Oradan devam edelim:

Her ni'metin bir külfet ve bedeli de vardır...

Evet, İslam değil, ama müslümanların hükûmeti ve bütün zaaflarına rağmen müslümanların elindeki büyük bir güç olmaya devam eden ve ıslah edilmesi halinde müslümanların ve İslam'ın hizmetinde olması mümkün olan Osmanlı, en çok da işte o İslamcılık siyasetine ağırlık vermesinden dolayı parça parça edildi ve bugün o topraklarda 30'dan fazla başkent, kutsal sayılan 30'dan fazla ulusal bayraklar, ulusal sınırlar, birbirlerine diş gıcırdatan ulusal ordular var.

Yıkılmış, parçalanmış bir ümmet manzarası.

O günkü dünyada, müslümanların elinde, en azından şeklen, müstakil devlet olarak Osmanlı ve İran vardı. İran, son özellikle de 500 yıldır şiîlik adına hükmeden bir Şahlık rejiminin elindeydi. Osmanlı ise, nazarî/ teorik olarak bütün sünnî toplumların temsilcisi ve de İngiltere, Fransa, Hollanda, Rusya vs. ülkelerin elinde sömürge hayatı yaşayan müslüman halkların bile manevî lideri ve ümidi durumundaydı.

Ama, o artık yoktu...

Ancak, Osmanlı'nın, 625 yıllık bir devletin tarih sahnesinden atılmasıyla müslüman halklar büyük bir travma yaşamış olsalar bile; bu durum onlara, kendi iradelerine, kesin doğru kabul ettikleri kendi inanç ölçülerine göre bir dünyada yaşamak hedeflerinden kopmalarını getirmeyecek ve o arzu, erişilmesi gereken bir kutsal hedef olarak kalb ve beyinlerdeki hükmünü sürdürecekti.

Nitekim, o müthiş yıkılışa rağmen, bu yoldaki kıpırdanışlar, her müslüman toplumunda dipten gelen dalgalar halinde, derinden derine hissediliyordu. Ve nihayet, İslamî ideallerle ve İslamcı siyaset talebleriyle bir devlet kurulması talebini ilk yükselten, Hind müslümanları oldu. Pakistan adında ayrı bir devlet kurulması düşü ilk kez, Muhammed İqbal tarafından dile getiriliyordu. İqbal gerçi, bu idealinin gerçekleşme safhasına konulmasından 10 sene öncelerde dünyayı terk edecek ve resmî adı Pakistan İslam Cumhuriyeti olan yepyeni bir devlet kurulacaktı,14 Ağustos 1947 günü...

Ama, bu yeni İslam Devleti gerçek ve de mümkün mü idi?

Bunu, Pakistan'ın kuruluş yıllarındaki siyasî lider olan ve hâlâ da 'Qaid-i Âzam' / 'Büyük Önder' diye anılan ve kafa yapısı itibariyle, 'bir ingilizden daha az ingiliz olmayan birisi' olarak tanımlanabilecek olan Muhammed Ali Jinnah'ın 14 Ağustos 1947 günü Pakistan Kurucu Meclisi'nde yaptığı ilk konuşmanın Pakistan'da yayınlanmasının 35 yıl kadar yasaklandığını söylersek, konu anlaşılabilir. Jinnah, bu konuşmasında, 'Evet, biz bir İslam Cumhuriyeti kurduk; ama, biz bugünden itibaren gerçekte laik bir siyaset izleyeceğiz.' diyordu.

Aradan yıllar geçtikten sonra, 1983'lerde Muhammed İqbal'in oğlu Câvid İqbal ise, bir Amerikan dergisine verdiği mülâkatta, 'Pakistan'ın kuruluşunda, gerçi İslam Cumhuriyeti denildi, ama, o isimlendirme, gerçekte fundamentalistlerle aydınlar arasında zımnî bir anlaşma ile yapılmıştı. İslam'a alenen aykırı uygulamalardan kaçınılacak ve müslüman halk da aydınların hükûmetine itaat edecekti.' diyordu...

Oyun aynen öyle kurulmuştu...

İşbu Câvid İqbal, General Ziya'ul Haqq'ın askerî darbe ile devirip idâm ettirdiği Başbakan Zulfiqar Ali Butto'ya idâm kararı veren yüksek mahkemenin de reisiydi ve bunu mâzur göstermek için, 'Butto, biz İslam Cumhuriyeti değil, laik cumhuriyet olacağız diyerek bu dengeyi bozdu. Halbuki, biz zâten laik idik ve amma, görüntü başka türlü verilmişti. O bu sahneyi yıktı, bedelini ödemesi gerekirdi. Aksi halde, hepimiz altında kalır ve İran gibi olurduk.' diyecekti.

Evet, İslamcı siyaset taleblerini engellemek için durum ve şartlara göre, nice oyunlar her yerde oynandı, oynanıyor.

Acı Pakistan denemesini, Cezayir müslümanlarının 1954'de fransız sömürgeciliğine karşı, inançlarına, kendi hürr iradelerine göre özgür olarak yaşamak talebiyle yükselttikleri protesto ve qıyâmlar takib etti. 7 sene süren o çetin İstiklal/ Bağımsızlık Savaşı boyunca, Cezayir halkı, en az 1,5 milyon insanını kaybetmişti, ama sonunda Fransa, askerî planda tutunamayacağını anlayıp çekilmeye karar verdi.

Ama, ideolojik planda tahakkümünü perçinleyecek şekilde bir düzenek kurmuştu. Ahmed bin Bella ve hemen arkasından da Huari Bumedyen'in 30 yılı bulan sosyalist yönetimi altında, müslüman Cezayir halkı, İslamî hiçbir talebini dile getiremeyecek şekilde sık-boğaz edildi. 1990'lara varıldığında ise, Cezayir halkı İslamî taleblerini, İslam'a göre, inançlarına göre yaşamak taleb ve hedeflerini istemek üzere yeniden ayağa kalkıp, Abbas Medenî liderliğindeki İslâmî Selamet Cebhesi yapılan seçimlerde halkın yüzde 85'inin oylarını aldığında...

Emperyalist dünyanın özgürlük ve demokratlık gayreti kabarıp, müslüman halkın Cezayir'de İslam adına diktatörlük kurmak isteyecekleri iddiasıyla, müslüman halkın bu İslamî tercih ve iradesi, kanlı bir askerî diktatörlükle kanlı bir şekilde boğazlanacaktı. Ve emperyalist güçler ve onların yandaşları, 'demokrasinin kendisini korumak için gerektiğinde diktatörlük metodundan faydalanabileceği' gibi 'mücevher'ler üretmekten de geri durmadılar.

Bir halkın nasıl yönetileceğine dair iradeyi ortaya koymak hakkı, ancak kendisine aid bir hak idiyse de, bu hakk, müslüman toplumlar için de kabul edilemezdi, yani...

Nitekim, İran'da 1977 yılı yaz aylarında başlayıp 1979 başına kadar devam eden ve Şah'a karşı dev kitlelerin, milyonluk gösterileri harekete geçtiğinde, İran şehirlerinin ana caddelerinin duvarları, sadece farsça değil, ingilizce, fransızca, arabça vs. çeşitli dillerde de, 'Biz İslam Cumhuriyeti istiyoruz.. Biz Hükûmet-i İslâmî istiyoruz.' yazılarıyla donanmıştı.

Hedef açıktı. Yani, kimse kandırılmıyordu. Hedef, İslam Cumhûriyeti idi, müslüman halkın İslamcı siyaset talebine cevab vermek idi.

Ama, bu idealleri gerçekleştirebilecek kadrolar ve tecrübe var mıydı? Dahası, emperyalist dünya, İran halkının 'İslam Cumhuriyeti, İslamî bir hükûmet oluşturmak ve İslamcı bir siyaset takib edilmesi yönünde irade belirtmesi'ni, o halkın en tabiî bir hakkı olarak kabullenecek miydi?

İşte o zaman, devreye, o inkılab hareketinin, İslam'ın sadece bir yorumu veya sadece İran coğrafyasıyla sınırlı bir noktada, İranize edilmiş durumda veya sadece İran'da, şiî müslümanlara mahsus bir hükûmet tarzı olarak kalması anlayışı giriyordu.

Bir halkın kalb ve beynindeki kesin doğru olduğuna inandığı ölçülere göre idare edilmek istemesinde şaşılacak bir durum şey olmasa gerektir. Ve İran'da Şahlık rejimi çökertildi, İslam Cumhûriyeti adında bir yeni rejim kuruldu. Ama, bu kez de, İran İslam Cumhuriyeti uygulamasının henüz körpe haldeyken boğulması için içeriden ve dışarıdan, topyekûn bir savaş açıldı. Saddam Irakı'nın 7 günde ve zaferle bitireceğini umduğu ve amma 8 yıl sürecek olan Irak- İran Savaşı iki müslüman ülkede 1 milyonu aşkın insanı yutacak ve Müslümanların onca zenginlikleri, emperyalistlerin planlarına uygun olarak mahvolacaktı. Bu durum, dünya siyasetini derinden etkiledi. Hedef, bu yeni rejimi boğmaktı.

Bütün bu kalkışmalar ve saptırma çabaları ve bütün dünya Müslümanlarına da, siz de İslamî bir hayat düzeni, bir İslamî bir devlet düzeni oluşturmaya kalkarsanız, başınıza böyle felaketleri getiririz dercesine bir 'gözdağı' vermiş oluyordu.

Ama, müslüman halkların, inançlarına uygun bir hayat yaşamak taleblerini dünya çapında yükseltmeye çalışmaları, İslam'ın son 100 yıl boyunca olmadığı şekilde yeniden gündeme gelmesine yol açıyordu. Zorluklar, müslüman halklara kolay olmayan yöntemleri göze almayı öğretiyordu.

Zorluklara gelince... İslam'ı taleb etmenin bir bedeli olmalıydı ve olacaktı da, elbette...

Nitekim, Cezayir müslümanları çetin bir direniş içine girmeye hazırlanıyorlardı. Afganistan'da ise, Rusya'nın işgaline ve komünizme karşı verilen savaş da, bu savaşın bitmesini takiben, bu kez de İslam adına çeşitli hizblerin, cemiyetlerin birbiriyle korkunç bir boğuşmasına dönüşüyordu.

İran'a açtığı savaştan beklediği zaferi elde edemeyen Saddam Irakı, halkına, 'Evet, 8 yıllık savaşa rağmen, İran'dan bir şey elimize geçmedi. Ama, savaş tecrübemiz gelişti, kanlarımız boşa gitmedi...' dercesine, Ağustos-1990 sonunda, bir gecede Kuveyt Emirliği'ni işgal ve bu küçük ülkeyi 'Irak'ın 19. eyaleti' olarak ilhak ettiğini açıklaması, dünyayı yeni bir buhranın eşiğine getirmişti. Çünkü, Osmanlı'nın parçalanmasından sonra kurulan irili-ufaklı devletçiklerden birisi, emperyalist dünya için, Orta Doğu'daki temel taşlarından birinin yerinden oynatılması mânâsına geliyordu. Ve Amerikan emperyalizmi, 1991 Baharı'nda, Irak'a aylarca yaptığı ağır bir bombardımanı takiben, ve 1 milyona yakın insanın ölümüyle neticelenecek bir büyük felaketle daha yüz yüze getirmiş ve Saddam rejimi, kendisini kurtarmak için, 'ateş-kes'i kabullenmiş ve amma, Irak'ın bütün tarihî, yer üstü ve yer altı maddî zenginlikleri yağmalanmıştı...

…..

Devam ederiz inşallah…

Selahaddin Eş / Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN