Arama

Selahaddin E. Çakırgil
Mayıs 6, 2024
İslâmcılık siyaseti bitti mi, yeni mi başlıyor? -2-

Son yazımıza, 'Yani, asırlarca, bir İslamcılık siyaseti takib edemedik..' cümlesi ile ara vermiştik. Oradan devam edelim:

Halbuki, aynı zaman diliminde, Avrupalılar, daha sonra Amerika adını verecekleri bir yeni kıt'ayı keşfediyorlar; Afrika'nın güneyinden dolanıp, Hind Okyanusu'na ve Güneydoğu Asya'ya kadar uzanan yerlere sadece askerî güçlerini değil, kendi inançlarını ve yaşayış tarz ve kültürlerini de taşıyorlardı..

* İslam siyaseti, adâlete dayalı bir dünya kurmak hedefini taşırken..

Ve, Miladî-18. yüzyılın ortalarında Avrupa, termo-dinamik kanunlarını ve 'buhar gücü'nü keşfeder ve 1750'lerde ilk lokomotifi harekete geçirirken, dünyaya yine ayak uyduramadık, dünyadaki gelişmelerden geri kalmamak gerektiğini pek anlayamadık.

Müslüman toplumların hele de son 300 yıldır, derinden derine bir arayış içinde olduğu söylenebilir. Ondan önceki dönemlerde de her şey mükemmel değildi, ama, ciddî bir problem olduğunun farkına varılamamıştı, herhalde.

Bununla, müslüman halk kitlelerini suçlamak geleneğine tutunduğumuz sanılmamalı. Hiçbir maddî, manevî, ve kültürel kalkınmayı, herhangi bir halkın 'avam' kitleleri sağlamamıştı. Ama, yazık ki, medreselerimiz -Âkif'in Safahat'ta çok çarpıcı şekilde anlattığı üzere- asırlarca, dünyada da, uqbâda da işe yaramıyacak konularla oyalandı.

Osmanlı, Sadrâzam Koca Râgıb Paşa'nın Padişah'a verdiği ârizâ'da dile getirdiği üzere, uzaktan bakıldığında, güçlü bir aslana benziyordu, ama, yakından bakanlar bu aslanın pençelerinin artık iş göremiyecek derecede zayıfladığını fark ediyorlardı.

Ve Avrupa'da sanayi inkılabı her alanda akıl almaz gelişmeler kaydetmeye başlarken.

Biz hâlâ, derin uykulardaydık, hâlâ ve sadece askerî güç ve zaferleri gözetlemekteydik.

Avrupa karşısında, askerî alanda da geri kaldığımızı hissettiğimizde ise...

İş işten geçmiş ve geride bir utanç ve yeni nesillerin zihninde de aşağılık duygusu kalmıştı.

Bu bakımdan,

'Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm;
Dolaştım mülk-i İslam'ı; bütün viraneler gördüm..'

diye yakınan Ziyâ Paşa, çok yanlış da söylemiyordu. Gerçi, diyar-ı küfr içinde de nice virâneler vardı; ama, sanayileşen diyarlara ayak uyduramadığımız da ortadaydı.

Zaman tünelindeki yolculuğumuz böyle, yüzlerce yıl sürdü.

Halkın çocuklarına da açık olacak şekilde ilk mektebleşme sürecine geçişimiz bile, 19. yüzyıl ortalarına doğru gerçekleşebildi.

Ama, çok geç kalmıştık.. Ve, geç kaldığımızı hemen herkes hissetmeye, fark etmeye başlamıştı. Ama, bu durumun, ruhî açıdan müslüman halklarda bir 'geri kalmışlık' ve de ümidsizlik vermesi de ayrı bir konuydu.

Yeni yeni filizlenmeye başlayan yerli sanayi, liberalizmin, 'Laissez-faire/ Laissez-passer (Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.)' formülüyle daha doğarken boğuluyordu. Buna, bir de, Osmanlı'nın güçlü zamanlarında Avrupa'lılara bir lûtuf olarak verilmiş olan kapitulasyonlar/ ayrıcalıklar'ın artık, Avrupalıların elinde bir dayatma haline dönüştürüldüğünü de ekleyebiliriz.

O dönemde, çare arayışları da yaygınlaşmaya başlamıştı. Çünkü müslümanlar bu geri kalışı kabullenemiyorlardı. Ama, neyin nasıl düzeltileceği de bilinemiyordu.

İşte öyle bir dönemde...

1800-1850'lerde karşımıza 'Tanzimat kafası' çıkıyordu. Bu kafa, sadece Avrupaî dış görüntü ve kılık-kıyafeti kabullenerek modern dünyaya yetişilebileceğini sanıyordu. Memurlara setre pantalon, sarık yerine fes, redingot tipi paltolar giydirmekle, kolalı gömlekli olmak özentisiyle... (Ki, bu özentiler, o dönemden bir asır kadar sonralarda, en sınır tanımaz ve en dayatmacı usûllerle 'devrim' diye sahnelenecekti; kanlı bir 'gardrob devrimciliği' şeklinde...)

İşte o ağır sosyal şartlar altında, geri kalmışlık daha net olarak ortaya çıkarken, toplumun içinde bulunduğu durumdan nasıl kurtarılacağına dair akıl yürütmeler gündeme daha sistematik olarak gelmeye başlıyordu.

Belli başlı üç tarz-ı tefekkür vardı:

1- İslamcılık

Bu çözüm önerisini yapanlar, toplumun İslam'a göre düzenlenmesini istiyorlardı, ama, bununla neyi kasdettiklerini anlatamıyorlardı. Belki de bilemiyorlardı bile... Genelde, Hz. Peygamber (S)'in Asr-ı Saadet dönemi uygulamalarına dönülmesini isteniyordu. Kimileri, modernizm/ asrîlik/ çağdaşlık adına Avrupa'dan gelen her yenilik ve yeni fikre karşı direnmek gerektiğini söylüyorlardı. Ama, bunun nasıl olacağını yine kestiremiyorlar; sadece, yapılan saldırılara İslam adına karşılık vermeye çalışıyorlardı. Avrupa'dan teknoloji ürünleri alınabilirdi, ama, Avrupaî denilen yaşayış tarzı, hayır!

2- İttihad-ı anâsır-ı Osmaniyecilik

Yani, Osmanlı'nın bütün halklarının birliği görüşü. Bu görüşü savunanlar, 'müslümanların üstün, ötekilerin ikinci sınıf olduğu' şeklindeki hâkim anlayışın artık bir kenara konulmasını ve hangi dinden olursa olsun, bütün Osmanlı vatandaşlarının eşit haklara sahib olduğu vurgusuna ağırlık verilmesini istiyorlardı. Devletin devamı için, belki böyle bir çare bulunabilirdi.

3- Mustagriblik, Garbçılık/ Batıcılık

Bu üçüncü cereyan ise, Avrupa'nın, kayıdsız-şartsız model alınmasını düşünüyorlardı. Bunlar kimisi kavmiyetçiliği esas alıyordu, kimisi laikliği; kimisi Avrupaî yaşayış tarzının kayıtsız-şartsız kabul edilmesini... Bu cereyanın bağlıları, Avrupa'dan sadece teknolojik yenilikleri almakla ilerleme olmayacağını, bir medeniyet ve kültürün bölünme kabul etmez bir bütün olarak algılanması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Yeni Osmanlılar, Jön-türkler ve sonra da İttihadçılar diye isimlendirilen, daha sonra da kemalistler denilenler bu üçüncü gruptan idiler.

Ve öyle bir hengamede, halk ise ortada yoktu. Çünkü sistemin adı, saltanat idi ve iktidar, Saray / İlmiyye (ulemâ) ve Seyfiye (kılıç ehli olanlar, ordu) arasındaki dengelere göre şekilleniyordu.

Yukarıda, Halife vardı, Şeyhulislam vardı, Bâb-ı Meşihât vardı, Ulemâ vardı.

İşte böyle bir ortamda... Halk ise, vergi vermek, askere gitmek ve itaat etmekle mükellef idi.

Halk, ülkenin mes'eleleri hakkında nasıl görüş belirtebilirdi?

*

İslamcılık siyasetinin diplomasi sahnesine yeniden çıkışı

1517'de, Yavuz Selim'in Mısır'ı da hâkimiyeti altına almasını takiben, son Abbasî Halifesi Mütevekkil'den devralınan Hılafet, 400 yıla yakın bir süre, doğru dürüst hatırlanmamışken; Sultan 2. Abdulhamid döneminde, dünya çapında, İslamcılık siyasetinin bir aslî unsuru olarak, etkili şekilde kullanılmaya başlandı.

Gerçi, Osmanlı, müslümanların bir devleti idiydi; ama, Osmanlı tarihinin en yetkin uzmanlarından Prof. Ömer Lûtfi Barkan'ın da yarım asır öncelerde yaptığı tesbitte olduğu üzere, evet, sosyal hayatın İslam'a göre şekillenmesine kimse karşı çıkmıyordu, ama, kendisinin saltanat rejimini İslam'a teyid ettirmek gereğini hissetmediğinden; kendi iktidarını kılıç gücüyle ve de Şeyhülislamlık ve Bâb-ı Meşihât'ın 'Olur..' fetvâlarıyla belirliyor ve 'meşrû' gösteriyordu. Keşke, İslam bir yağdanlık olarak değil de ve bütün insanlığın huzuruna hizmet edecek şekilde devreye samimîyetle girebilseydi.

Ama, görüldü ki, Osmanlı'nın oldukça zayıflamaya başladığı bir sırada, İslamcılık siyaseti diplomasi alanında da oldukça etkili şekilde kullanılmaya başlanıyordu. Ama, miladî-19. yüzyılın ortalarından itibaren ortaya çıkan bu yöntem arayışları içinde, bir İslamcı siyaset takib edilmesini önerenler tefekkür planında zayıf kalıyorlardı.

Bütün Osmanlı unsurlarının birliğini esas alan İttihad-ı anâsır-ı Osmaniye şeklindeki ve daha çok, devletin yeni resmî anlayışını yansıtan cereyan ise, güçlü gibi gözüküyordu, ama, asıl güçlü akım, Mustağriblerin, Garbçıların, Batı'cıların, Batı çarpılmışlarının cereyanı idi...

Ve, İslam, hele de bu cereyana kapılanlarca, ilerlemeye engel görülüyordu.

'İslam imiş devlete, pâ-bend-i terakkî /(devletin ilerlemesine ayakbağı)
Evvel yoğidi, işbu rivayet yeni çıktı..'

diyen Ziyâ Paşa, bu anlayışı eleştiriyor ve,

'Mösyö, pardon diyerek eylersen feth-i kelâm, /
Denilir her sözüne, aynı keramet gibidir..'

diyerek bu yaklaşımının sığlığına dikkat çekiyordu.

Ancaak, o dönemin İslamcı görüş sahibi olarak bilinenler, genellikle, savunmadaydı.

*

Bu arada, Meşrutiyet yıllarını aydınlatmakta etkisi olabilecek bir noktaya daha değinelim.

O dönemde, Abdulhamid'in İslamcı bir siyaset izlemesinin etkilerini görüp korkan ingiliz emperyalizmi, İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra, Kaanûn-i Esasî'yi / anayasa'yı yürürlüğe koymakla yetinen İttihadçılara kızgındır. Çünkü, onlar, kendilerini asıl korkutan güç odağının, Khılafet'in kaldırılmasını beklemektedirler. Ama, İttihadçılar henüz o cesareti bulamamaktadır kendilerinde.

Başlangıçta İttihadçı olup sonra onlardan ayrılan 'feylesof/ filozof' lakabıyla bilinen ve bir ara İstanbul Dâr ul'Funûnu (üniversitesi) rektörlüğü yapan Rıza Tevfik, Londra'ya gittiğinde, İstanbul'da ingiliz sefiri iken emekli olup Londra'ya dönmüş olan eski dostu Lord Nicholson'u ziyaret eder, ama, onun kendisine soğuk, mesafeli davrandığını hisseder ve bunun sebebini sormaktan kendisini alamaz.

Nicholson'un cevabı ilginçtir:

-Dostum, biz size o kadar büyük yardımları, sadece Meşrutiyet ilan edip, Kaanûn-i Esasî (anayasa)'yı yürürlüğe koyasınız diye değil, Hılafet'i kaldırasınız diye vermiştik..

Rıza Tevfik anlamakta zorlanır:

-Lord cenabları, İngiliz devlet-i fahimânesini Hılâfet makamı niçin bu kadar ilgilendiriyor ki?

Nicholson'un karşılığını yine ilginç ve uyarıcıdır:

-Dostum Rıza Tevfîk, biz (başta Hind olmak üzere) bütün denizaşırı sömürgelerimizde yüz milyonlarca müslümanı kontrol altına alabilmek için, milyarlarca ingiliz lirası harcıyoruz, yine de başarılı olamıyoruz, ama, Halife'nin, selam-ı şahanesini ve Hâfız Osman hattıyla yazılmış bir Kur'an'ı taşıyan hey'etler o yüz milyonları itaat altına alıyorlar.. Biz işte bu gücü bertaraf etmek istiyorduk.. Size yardımlarımız bunun içindi..'

Bu anekdot, gerçekte, İslamcılık siyasetine asıl karşı çıkanların kimler olduğunu izah etmesi açısından ilginçtir.

İngiliz emperyalizmi, 1908'deki Meşrutiyet ilanıyla ulaşamadığı o emellerine 10-15 sene sonra, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın aldığı ağır yenilgi ve Lozan'da ulaşacak ve aynı emelleri başkaları eliyle gerçekleştirecekti.

Hatırlayalım, 2003 yılında, Lozan Andlaşması'nın 80. yıldönümü dolayısiyle, zamanın C.Başkanı A.N. Sezer, yayınladığı mesajda, Lozan'ı, 'Bize laik cumhuriyeti hediye eden bir büyük tarihî hadise' olarak anmıştı. Ve yine hatırlayalım ki, Lozan'da emperyalist güçlerce dayatılan laik rejim, halkımızın ve ülkemizin bütün imkânlarını bir asra yakın bir süre İslam'la savaşarak heba etti.

…..

Sonraki yazıda devam ederiz inşallah…

Selahaddin Eş / Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN