1. Her devletleşmiş ve tarihe damgasını basmış toplumun bir kızıl elması olmuştur. Cumhuriyet ile imparatorluk Romasınının yolunu daha Onüçüncü yüzyıldan, yanî IV. Philippe'ten (le Bel) itibâren izlemeğe koyulan Fransa, bir dil-kültür merkezli, öncelikle tabîî coğrafî hudutlarına erişme gâyesi[i] doğrultusunda, askerî-siyâsî yayılmacılığı millî ülkü şeklinde benimsemiştir. Kendini Latin-Roma medeniyet değerlerinin koruyucusu, kollayıcısı ve yakın ile uzak çevrelerine yayıcısı tarzında görevlendirmiştir. Yeniçağ Avrupa medeniyetini çatmış, kurmuş unsurlar ile yapı malzemelerine son biçimleri Fransada verilmiştir. Bunların arasında ruhbân-olmayan dünyevî toplum kesiminin, ruhbân zümresine karşı sağlamış olduğu ezici üstünlük, merkezî bir konumdadır. Yüzyıllarca sürmüş mücâdele, özellikle de Martin Luther'in, 1517de Wittenberg müstahkem saray kilisesinin kapısına çakmış olduğu doksan beş maddelik bildirisiyle hız alan oluşum, 1789 İhtilâlikebîrle yeni bir devrin anlayışını başlatmıştır. Siyâsî meşrûuluğunu Tanrıda bulduğunu öne süren ruhbân siyâsete ağırlığını koymağa teşne kadro lağvolunmuştur. Artık siyâsî, dolayısıyla da iktisâdî ve hukukî yaptırım güçlerinin, dünyevî servette, hırsta ve mücâdelede elde edilmiş gâlibiyette aranması gerektiği iddiasını güden bir nizâm hükümrândır; buna da 'laikcilik' (La'ıcisme) denmiştir. Bu, theocratique olmayan, yanî 'ilahî-hükümrândışı', buna karşılık, sociocratique esâslı, demekki 'toplum-hâkimiyeti'ne dayalı bir nizâmdır. Adı anılan nizâmın, kamu hayatı ile kurumlarını tayîn eden siyâsetce ve hukukca yaptırım gücünü hâîz tek merci kabul edilmesi, laikciliğin en belirleyici vasfıdır. Tıpkı theocratique olanı gibi, sociocratique-laiciste düzen de birci (moniste) ve tekelcidir (monopoliste).
2. Mutlakcı (Fr absolutiste) idârelerde siyâsî iktidarı elinde tutanların, kendilerine eş koşulmasını, rakîb ile hasımların ortaya çıkmalarını hoş karşılamadıkları öteden beri bilinir. Şu var ki Yeniçağda iktidarı elinde tutanlar, kamu hayatının artık bütün köşe bucaklarında kendilerini, görüşleri ile çıkarlarını hâkim unsur kılar olmuşlardır. Bunun önde gelen sebebi, nüfusun, belirli mekânlarda yığışmasıdır. Burada işâret etmek istediğimiz husus, şehirleşmenin (Fr & İng urbanisation), toplum-devlet hayatının başta gelen olayı hâline gelmesidir. Dağda bayırda ufak ufak öbekler hâlinde dağınık, dolayısıyla da tümüyle özerkce yaşayan insanların, bir güç merkezi tarafından sıkıca denetlenmeleri imkânsızdır. Kapalı bir iktisâda dayalı tarzda kendikendisiyle yetinerek yaşayagiden aile, oymak, boy, uruk, köy, mezra neviinden öbek yahut öbekcikler, çağdaşlıköncesi (Fr premoderne) insanının toplumsal varoluşunun, birbiriyle bağlantısız birkaç istisnâ dışında, dünya çapında ana tezâhürünü teşkil etmişlerdir. Çağdaşlıköncesi inanan-savaşan insanı yerini Yeniçağla birlikte git gide Çağdaş iktisâtperest beşerine bırakır olmuştur.
3. Tarihte olaylar, bıçakla kesilircesine sonlanıp başgöstermezler. Kimileri uzun sürede belli belirsiz biçimde vukûu bulabilir. Çoğu kere bir tarih sürecinin bitişi ile müteâkib olanın başlangıcı birbirlerine karışmış durumdadırlar. Nitekim Ortaçağ Hırıstıyan medeniyetinin sonunu da ardından gelen Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin başlangıcını da belirli tarihlere bağlayamıyoruz. Yine de, tarihî 'su ayırım hatları'nı tesbît etmek mümkündür. Öyle olaylar yahut süreçler vukûu bulur ki, bunlar, bir kültürün yahut medeniyetin temel manevî-fikrî, böylelikle de maddî dayanaklarını dönüştürebilirler.
4. Tarihte en çığır açıcı süreçlerden biri, başta geleni dahî diyebiliriz, Haçlı Seferlerinin sonudur. Müslümanlar, Akra'ya sıkışıp kalmış son Hırıstıyan devletini 1291'de ortadan kaldırdıktan sonra, Batı Asya'nın İslâm illerinde döğüşen Avrupanın her yanından sökün etmiş savaşcılar, teşkilâtlarıyla birlikte peyderpey geldikleri yerlere yörelere çekilmişlerdir. Dönerken de, berâberlerinde iki önemli hususu taşımışlardır: Bunlardan biri, kendilerininkinden katbekat üstün bir irfân âleminde öğrenip edinmiş bulundukları maddî, fikrî ve manevî değerlerdir. Öbürüne gelince; bu da, yabanellerde sâkıt kabul ettikleri bir inancın sâliklerine karşı yürüttükleri zorlu, yıpratıcı mücâdele boyunca olgunlaştırmış oldukları her bakımdan son derece gelişkin teşkilât ile teşkilâtcılıktır.
5. Tektanrılı vahiy dini olan Hırıstıyanlık, havârîlerden Azîz Pavlus ile Azîz Petrus'un ve onların halefleri ile müritlerinin ellerinde aslî vasıflarını önemli ölçülerde yitirmiş olduğu bilinen bir vakıadır. İşte, İslâm coğrafyasında uzun süre yaşayıp böylelikle Müslümanlığı yakından tanıma fırsatını yakalamış, sonunda da oralardan anayurtlarına çekilmek zorunda kalmış rahip savaşcılar, öz dinlerine bir başka bakar olmuşlardır. Haçlı seferlerinden gelen İslâm etkileri, onlar sona erdikten sonra dahî, dalga dalga zamana yayılmışlardır. İlkin bâtınî tarîkatlarda kendilerini şöyle yahut böyle gösteren bahis konusu etkiler, git gide kurulu din düzeninin, yanî Roma Katolik kilisesinin kapılarına da dayanmışlardır. Yoksa, bidâyette düpedüz kurulu din düzeninin adamı olan bir Çek rahip Jan Hus'un (1371 - 1415), Martin Luther'in, yahut, bir, Jean Calvin'in (1509 - 1564) ıslâhât (Fr reformateur) fikriyâtı nereden kaynaklanmış olabilirdi ki? İslâmı meşrûu kabul etmemekle, hattâ ona husûmet beslemekle birlikte, ondan doğrudan yahut dolaylı gelen etkiler, bu ve başka birçok dinadamını Roma Katolik Hırıstıyanlığının yanılgıları ile yanıltıcılıklarından uyandırmışlardır. Onlar, Hırıstıyanlığın o çağdaki durumunu yeniden gözden geçirmek ve onu tektanrılı vahiy dini aslına esâsına rucûu ettirmek ihtiyâcını duymuşlardır. Rucûu ise, Kitabımukaddes yönünde tecelli edebilirdi. Onlar da işte, bu fikri savunmuşlardır. Tektanrılı vahiy dininde Allahın nâmıhesabına kimse hüküm icrâ edemez. Papayı yahut benzer kutsal kişileri aracı kılmaksızın O, vahiy ve vicdân yollarından kullarına Kendi seslenir.
Ortaya çıkışı itibâriyle Protestantlık, tektanrılı vahiy dini tarîkinden şaşmış, sapmış olan Katolik Hırıstıyanlığını yeniden doğru yola koyma gâyesini gütmüştür. Oysa sonuçta, aykırı bir durum başgöstermiş, her bakımdan kurumlaşmış din olan Katolik kilisesine karşı çıkıp onu zayıflatmakla Avrupanın dindışına, dünyevîliğe kaymasına pek önemli katkı sağlamıştır. Hırıstıyanlık, bidâyette Ortodoksluk ile Katoliklik şeklinde kutuplaşmışken, Islâhâtcılık akımıyla millî Protestant kiliselerine bölünerek parçalanmıştır. Papalık gibi, merkezî bir dinî yetki makamı, çapından düşü/rülü/nce 'bırakınız isteyen istediğince davransın!' düstûruna karşı koyacak merci de kalmamıştır. Tümyetkili dinî-ruhânî merci silindikce, bıraktığı boşluk, başta, eskiden bahsi geçmesinden bile hicâb edilen salt iktisâdî-mâlî çıkar peşinden koşan odaklar ile devlet teşkilâtları tarafından doldurulur olmuştur. Gerek barındırdığı böylesi odaklar bakımından gerekse doğrudan doğruya bir devlet teşkilâtı olarak salt iktisâdî-mâlî çıkar hesapları yapmağı hayat gâyesi bilen, Geç Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin öncüsü ilkin Fransız, bilâhare İngiliz kültürleri olmuşlardır. Millî kilisesiyle, devlet teşkilâtı ve merkez odağı Farmasonlukla İngiliz kültürü, mâlî-iktisâdî çıkar hesapları üstünde yoğunlaşmıştır. Felsefenin ilahiyâtla kesişen metafizik 'yüreğ'i gündemden çıkarılarak salt akılyürütme-deney ekseninden ibâret yeni bir felsefe-bilim inşâa edilmiştir. Bu felsefe-bilim sistemi, bireysel ile toplumsal hayatın biçimlendirilmesinde şablon görevini görmüştür. Düşünceler ağını mekanik-mantık-deney üçgeni çerçevesinde dokuyan, ifâdeleri ile yargıları çözümleyici düstûra uygun biçimleyen, metafiziği de 'saçmalamalar sahası' şeklinde mahkûm eden, geneldeyse, insan yaşamasını dahî tanzîm etmek işiyle kendini yükümlendiren, felsefe-bilim sisteminin doğal verisi, positivcilik olmuştur. Dini toptan dışlayan bu deneyci-positivci-aklıselîmci (İng common sense) düşünce gergefine para-çıkar-kâr unsurunu ekledinizmi, ortaya sermâyeciliğin omurgası çıkacaktır. Tabîî, sermâyeciliğin olmazsa olmaz öbür iki pâyândâsı, sömürgecilik ile imperyalismi ihmâl etmemek lâzım.
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
[i] Dördüncü (Yakışıklı) Philippe'ten Napoleon Bonapart'a ve hattâ 1920lere değin Fransız millî siyâsetinin değişmez kaygısı ile gâyesi, Fransayı doğuda Alp silsilesi ile Ren ırmağının, kuzeyde Manş denizinin, batıda Atlas okyanusunun, güneyde de Akdeniz ile Pirene dağlarının çizdiği doğal sınırlara ulaştırıp dayandırmak olmuştur.