Arama

Prof. Uğur Derman
Kasım 5, 2021
Hâtıralardaki Süheyl Ünver - 1
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Merhum Dr. Süheyl Ünver (1898-1986), ömrünü Türk kültürüyle san'atına ve tarihine vakfetmiş müstesnâ bir şahsiyetti. 1920 yılında bitirdiği İstanbul Tıp Fakültesi'nden başka, tezhip, minyatür, cild gibi gelenekli san'atlarımızın öğretildiği Medresetülhattâtîn'den 1922'de mezun olmuş, ayrıca Üsküdarlı Hoca Ali Rıza Bey'den (1858-1930) resim tahsil etmişti. Fransa'daki dahiliye ihtisâsından sonra İstanbul Tıp Fakültesi'ne 1929'da asistanlıkla girmiş; 1933'de Tıp Tarihi Enstitüsü'nü kurarak, 1973'deki emekliliğine kadar kırk yıl, genç hekimlerimize tıp tarihi ve deontoloji (meslek ahlâkı) dersleri vermişti. 1936'dan îtibâren 18 yıl minyatür hocalığıyla Güzel Sanatlar Akademisi'nde (bugünkü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) vazife alan Ünver'in, ilgilendiği konularda pek çok eseri ve neşriyatı vardır. Portresinin hâtıralarla çizilmeye çalışıldığı şu sahifelerde, eserlerinden de örnekler sunulmaktadır.

Hoca'yla otuz yıllık yakınlığımızdan doğan bazı hâtıraları anlatmak istiyorum. Fakat merhum, bu gibi anma yazılarının "yanma yazısı" olmasından şiddetle kaçınırdı. Gidenlerin dâima hoş taraflarıyla, tebessüme vesile olacak hâtıralarıyla anılmasını isterdi. Onun için, ben de bu anlayışa uyacağım.


Resim 1

Hoca mâsum doğdu, mâsum yaşadı, mâsum öldü.. Başucunda Hacı Kâmil Akdik (1861-1941) hattıyla şu beyit asılı dururdu:

"Cihan bâğında ey âkıl, budur makbûl-i ins ü cin
Ne sen bir kimseden incin, ne kimse senden incinsin."

İşte hayatı bu anlayış üzere geçmiştir. Gençliğinde Abdülaziz Mecdi Tolun'dan (1865-1941) tarîkat terbiyesi görmüş; Hoca Ali Rıza Bey gibi velî tabiatlı bir san'atkârın on beş yıl yakınında bulunmuştu. Ondan aldığı resim dersiydi ama, daha neler öğrenmemişti ki... Süheyl Bey de, hocası Ali Rıza Bey gibi, "Peygamber ahlâkıyla ahlâklanınız" sözünün muhakkak en güzel numûnelerinden birisiydi. Hayatında fenalık yapmayı bilememiş bir insandı. Onun büyükbabası mâruf hattat Şevki Efendi (1829-1887) için, arkadaşı celî üstâdı Sâmi Efendi'nin (1838-1912) bir sözü vardır: "Şevki, istese bile elinden fena harf çıkmazdı". İşte Hoca da istese, gayret etse, fenalık yapamazdı. İlk tanıdığım, henüz meşrebine nüfûz edemediğim yıllarda şâhidi olduğum şu hâdise hatırımdan hiç çıkmamış ve rahmetli hakkında en evvel anlatılması icâbettiği kanaatine varmışımdır: İstanbul Üniversitesi'nin Bayezid Merkez Binası'ndaki Tıp Tarihi Enstitüsü'nden bir gün beraber çıkıyorduk. Masanın üzerini tozlu gördü ve odacıyı çağırıp sinirli bir edâ ile gözlerini açarak sordu "Nedir bu toz?" Odacı boynunu büküp durdu. "Eğer bir daha burayı böyle görürsem ne yaparım biliyor musun?." Ben, herhalde adamın suyu ısındı; işine son vereceğini söyleyecek, diye düşündüm. Eh, ne de olsa koskoca bir Ord. Profesör. Asistanına "Efendimiz" dedirten ordinaryüsler gördüğüm için, buna da şaşmazdım. Hoca devamla: "Ne yaparım biliyor musun?. Süpürgeyi faraşı alır, kendim temizlerim" dedi. Hayretten nutkum tutuldu. O arada bana dönerek, usulca sözünü tamamladı: "Kardeşim, bu adamlara arasıra böyle çıkışmazsan iş yapmazlar!" Hoca'yı bundan daha iyi anlatacak bir hâdise düşünemiyorum.

Biraz da Ressam Ali Rıza Bey'in meşrebinden bahsetmek, Süheyl Bey ile aralarındaki râbıtayı daha iyi anlatabilmek cihetinden lüzumludur sanırım. Süheyl Bey bütün hocalarına bağlıydı; ancak bunlar arasında Ali Rıza Bey'in yeri ayrıydı kanaatindeyim. Hazin bir tecellîdir ki, ömrünün son ayları ve hastalığı da Ali Rıza Bey'e benzemiştir.

Ali Rıza Bey'e "İttihâd ü Terakkî" komitesine katılması teklif edildiğinde: "Hay hay!" demiş. "Ama bir şartla: Ölmek var, öldürmek yok!". Lâkin sanmayın ki bu düşüncesi sadece insanlar için. Birgün Haseki'ye Süheyl Bey'lere geceyatısına gitmiş. O zaman haşerat ilâçları yok. Tahtakuruları her tarafı işgâl ediyor, binâ ahşap.. İlk gece Ali Rıza Bey rahatsız olmuş. Ertesi sabah: "Süheylim, bana bu akşam için bir tas bul, içine su koy ve bir de münâsip taş oturt, getir" demiş. Süheylcik de –bir mânâ veremeden– hocasının dediğini yapmış. Sabahleyin ne görsün. Ali Rıza Bey o gece topladığı tahtakurularını –ada misâli– o taşın üstüne tecrîd etmiş. Öldürememiş ve "Bu taşı götürüp bahçenin öbür ucuna bırak Süheylim, bu gece yine gelmesinler!" demiş.

1315 Hicrî yılının 27 Ramazan'ında (17 Şubat 1898) o zamanın İstanbul'u "Kadir toplarını" dinlerken, Haseki'de, Mustafa Enver Bey ile Safiye Hanım'ın bir çocukları dünyaya gelir. Doğum o kadar kolay olur ki, çocuğun adını Ahmed Sehîl koyarlar.


Resim 2

Rüşdiye tahsili sırasında fransızca hocası, derste herkese adını ve ne mânâya geldiğini sorar. Sıra Ahmed Sehîl'e gelince, isminin mânâsının "kolay" olduğunu söyler. Fransızca hocası: "Oo.. Monseieur Facile!" deyince, "adım Fasil kalacak" diye telaşlanan genç rüşdiyeli, ismini, o zamanki yazımıza göre aynı imlâda yazılan "Süheyl"'e çevirir ve bir yıldız adı olan Süheyl-i Yamânî (Yemenî) dolayısiyle, vefâtında bize:

"Mârifetde ün veren, kâmil, zarîf üstâd idi

Gitdi, irfan âlemi duydu gönülden sızı, hayf!

'Hap' gelir, cevherle târih, fevt için tıb pîrine:

Ufkumuzdan gāib oldu o Süheyl yıldızı, hayf!"

1396 + 10 (hap) = 1406 / 1986

kıt'asını söyletecek ismi böylece alır. Bu "Süheyl" ismiyle alâkalı bir sevimli hâtıra daha var: Eski mutasavvıflardan Sehl bin Abdullahi't-Tüsterî (815-896)'nin ismi, zaman zaman hat levhalarımızda görülür. Şefik Bey'in (1815-1880) yazdığı böyle bir levhayı, Hoca'nın gençlik yıllarında kendisine tezhib için getirmişler. Annesi görmüş ve telâşla, istifli yazıdaki Sehl'i Süheyl'e benzeterek: "Bu bizim oğlan çıldırdı! Artık, 'Ya Hazret-i Süheyl' diye ismine levhalar yazdırtıyor" demiş!

On yaşındayken babacığını kaybettiği için, Ahmed Süheyl imkânsızlıklar içinde büyümüştür. Erkenden kalkar, Haseki'den çıkıp Eminönü vapur iskelesine ve Üsküdar'dan Haydarpaşa'daki Tıbbiye'ye yürüyerek, gidermiş. Yıllar evvel, yaşlı bir İstanbul Hanımefendisi bana: "Süleymaniye'den hergün fevkalâde yakışıklı, güzel, genç bir bey geçerdi. Kafeslere doğru hiç bakmazdı ama, biz kafes arkasından hergün onun yolunu gözlerdik. Ancak yıllar sonra Süheyl Bey olduğunu öğrendim" demişti.

Bu yürüme merakı, Hoca'nın bütün hayatı boyunca devam etmiştir. Vâsıtaya binmek istemezdi. Gideceği yerlere, imkânlar elverdiğince yaya olarak ve değişik yollardan gitmeyi tercih ederdi. Yürümekten de, yazmaktan da ömrü boyunca bıkmadı. Her zaman "El ilmü saydün, ve'l-kitâbetü kaydün" (İlim bir avdır, yazmak da onu avlamaktır) düstûru üzere yaşardı. Bildiklerini ve topladıklarını esirgemeden verirdi. Esâsen, Hoca'nın mizâcı bir şeyi esirgemeye müsâid değildi. Şöyle derdi: "Kardeşim; yüz sene sonra ne Süheyl var, ne Ahmed var, ne Uğur var.. Biz yapacağımızı yapalım da".

Meşrebi buydu. Hep "Peygamber ahlâkıyla ahlâklanmakdan" doğan hususlardı bunlar. Yine bu cümleden olarak; ihtisas için Paris'e giderken (1927), mürşidi Abdülaziz Mecdi Efendi'ye "Bir emriniz var mı?" diye sorduğunda, "Süheyl'im, şimdi sahip bulunduğun hüsn-i ahlâk ve edeb-i Muhammedî'yi aynen muhafaza ederek dönmeni beklerim" cevâbını aldığını ve iki yıl boyunca Paris'in sefâhatine hiç mi hiç bulaşmadan İstanbul'a avdet ettiğini kendilerinden duymuştum.

Eskiden, "her hâli ölçülü ve tertipli, kavli ve fiili (sözü ve hareketi) tutarlı" kimseler için kullanılan bir "râbıtalı adam" tâbirimiz vardı. İşte Hoca da bu anlayışın son temsilcilerindendi. Hayatında denize girip girmediğini ber vesileyle sorduğumda şu samîmî cevâbı almıştım: "Bir tarihte niyet ettim. Lâkin plaj kıyafetiyle aynada kendime baktığımda, görünüşüm hoşuma gitmedi, rahatsız oldum. Eh, benim hoşuma gitmeyen manzara, hele başkalarının hiç hoşuna gitmez, diye düşündüm. Giyimli kalmayı tercih ettim kardeşim!".

Resim 3

Etrafını devamlı teşvik ederdi. Talebesi bir resim, bir tezhib mi yapmış.. "Ben de bu kadar yapabilirdim" dercesine şevk vermek için onun eserini de "Süheyl" ismiyle imzalamak ister, iltifâtını esirgemezdi. 1961 Martında Hattat Mâcid Ayral'ın (1890-1961) vefatı dolayısiyle bir makale yazmamı teklif etti. Hat san'atına dâir, bu benim ilk neşriyatım olacaktı. Çekingenlikle yazmak istemedim. Hoca ısrar etti, sonunda yazdığımı götürüp kendilerine verdim. Ertesi gün, üniversite bahçesindeki o geniş yolda beni gördü. Karşıdan, kucaklar gibi ellerini açarak gelip dedi ki: "Kardeşim, Mâcid'i bir anlatmışsın ki hani benim için de böyle yazar mısın acaba diye ölesim geldi". İşte bu ve bunun gibi teşvîkler sâyesinde, daha sonra da elime kalem alabildiğimi -kendime bir pâye çıkarmadan- belirtmeliyim.

Hoca muntazam yaşayan bir insandı. Annesinden âdeta "bilgisayarlı" doğmuştu. Farâzâ, yıllar sonrası bir gün için, filân yerde bulunmak hususunda bir karara varsanız, her yıl yenileyeceği takvimli defterinde o güne atıfta bulunarak –zihnini meşgûl etmeden– kararlaştırılan günde karşınızda olurdu. Hayatta hoşlanmadığı, siyâsi zevâttan vebâlı görmüş gibi kaçardı!

Seyahatlerinde pratik ve rahat hareket ederdi. Meselâ, yanına terlik almaz, giydiği mokasen ayakkabılara Bektâşi'nin suya karşı "Rakı ol yâ mubârek!" sözüne telmîhan: "Terlik ol yâ mubârek!" der, arkalarına basınca onlar da hemen terlik olurdu!. Sakal traşı için yanında öyle traş sabunu, fırça falan taşımaz, bildiğimiz el sabununu yüzüne sürer, jiletle traşını olur. Ama, boya takımı yanındadır, not defterleri yanındadır, fotoğraf makinesi yanındadır; onlarsız çıkmazdı. Düğmelerinin olur olmaz bir azizliğine karşı, dikiş iğnesi ve birkaç renk iplik de cüzdanında bulundururdu, tıpkı Hoca Ali Rıza Bey gibi! Seyahatlerde gittiğimiz yerlerde, kendi tâbiriyle, güneşi dâima Hoca doğurturdu! Zamandan istifâde etmenin yanısıra, tenhâ saatlerde daha rahat çalışabilmek için, güneşten önce yola çıkardı!

Hoca, hâliyle, kāliyle İstanbulluydu. Bir hâdise karşısında takınacağı örnek tavrı "Anamız bizi İstanbullu doğurmuş" sözüyle belirtirdi. Şimdi çok kimse hakkında "İstanbul Efendisi" deniyor ve bu sözü, bilir-bilmez herkes kullanıyor. Ben Hoca'yı onlardan ayırd edebilmek için, ona "Has İstanbullu" demek istiyorum..

Neydi "Has İstanbullu" luk? İstanbul içinde beraber dolaştığımız vakit, bilhassa husûsiyetini muhâfaza eden semtlerde, meselâ yolda gördüğü –fakat tanımadığı– yaşlı zevâta selâm verir; bâzan onların anlayacağı gibi "vakt-i şerîfiniz hayrolsun" der; bâzen sağ elini göğsüne koyar ve bana: "Niye böyle yaptım biliyor musun? Dikkat ettin mi, ağzı kımıldıyordu. Birşey okuyordu o. Belki hatim sürüyordu, belki bir virdi vardı. Eğer ben ona selâm versem, o da bana selâmla cevap verecekti ve ben onun virdini bozmuş olacaktım". Bakın nelere dikkat ediliyor..

Dâima mütebessim yürümek, çatık kaşlı görünmemek.. Meselâ yolda simit yerken, (herkese bir tane ikrâm edilemeyeceğine göre) bütününü elde tutup da alamayacak olanların iştihâsını celbetmemek için, cebinde bölerek ağzına öyle götürmek.. İstanbulluluk îcabı bunlar..

Tuvalette el yıkadıktan sonra, "İslâmî" olmaktan ziyâde "İstanbulî şart" ı yerine getirmek için, "üç avuç suyu" musluğun üstüne dökmek.. Niçin?. Ondan sonra gelen, şarta riâyet edilmiş hâlde musluğu temiz bulsun!. Bunlar hep "şehrî" olmanın gereği ama, bugün artık elini yıkamadan tuvaletten çıkan kimselerin çoğaldığı bir toplulukta fantezi gibi görülebilir!

1957 yılında, İstanbul'daki îmar ve buna bağlı istimlâk hareketleri sırasında, iki semt arasındaki irtifâ farkını azaltmak için Aksaray yükseltilmeye, Bayezid ise kazılıp alçaltılmaya, bunları bağlayan Ordu Caddesi de Koska'da aşağı doğru doldurulmaya başlandı. Yol üstündeki Koca Ragıp Paşa Kütüphânesi, Aksaray Vâlide Câmii gibi târihî binâların bugün çukurda, Bayezid Hamamı'nın ise yüksekte kalış sebebi budur. İşte o günlerde birgün yolda giderken, bana: "Artık Aksaray da kalmıyor, 'Aksaraylılık' da". dedi. "Aksaray'ın kalmadığını anladım da, 'Aksaraylılık' niçin kalmıyor?" diye sordum. "Bak, eskiden yolda giderken yere bakan adama 'Aksaraylı mısın?' derlerdi". Ben büsbütün şaşırdım. "Çünkü, Aksaray'dan iş icâbı umûmiyetle Bayezid tarafına gidilir. Sabahları yokuş yukarı bu istikāmete giderken güneşle karşılaşırsın. Onun için yere bakmak mecburiyeti vardır. Akşam Bayezid tarafından Aksaray'a evine dönerken yine güneşle karşılaşır ve yine yere bakarsın. O sebeple, yere bakarak yürüyene 'Aksaraylı mısın?' derler" dedi.

(Devamı önümüzdeki haftaya…)

Prof. Uğur Derman

Resim 1: Süheyl Ünver kahvesini yudumlarken.

Resim 2: Ünver'den bir çiçek demeti.

Resim 3: Süheyl Hoca'nın suluboyalarından (Edirne, Saray Hamamı).

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN