(Bu makālenin birinci bölümü geçen hafta neşredilmiştir)
Süheyl Hoca, bütün insanlara olduğu gibi, talebesine de çok yakındı. Dersten çıkıp merdivenleri inerken, yanına belki ilk defa yaklaşarak sual soran bir talebesinin koluna girerdi. Odalarına salâvatla girilen o devrin eski hocalarına karşı, Süheyl Hoca'nın bu hâli talebede nasıl bir sevgi ve yakınlık uyandırırdı! Bütün ısrarlara rağmen, derslerine yoklama ve imtihan sistemini getirmemişti. "Talebe severek gelsin. Ben ona imtihan korkusu getirirsem, severek değil, not hatırı için öğrenir, hattâ öğrenmez bile... Zorla gelir ve içinden kim bilir ne söyler. Ama ben onu iyi hareketimle derse getiriyorum" derdi. Nitekim dersleri çok kalabalık geçerdi.
Hatayı hiç yüze vurmazdı. Amerika'da kaldığı bir yılın sonunda (Ekim 1959), memlekete "canlı cenâze" gibi döndü. Âilesi yanında olmasına rağmen, "sıla hastalığı" onu son derece rahatsız etmişti. Ben -arzûsu üzerine- kendilerini orada mektubsuz bırakmamağa gayret ettim. Sık mektublaşırdık. Eski yazıda henüz üç-beş yıllık müptedî olduğumdan, zaman zaman imlâ hatâlarım bulunurdu. Meselâ "ha" yerine "hı", veya "ze" yerine "zı" koymuş olabilirdim. Hatâlarım çıktığında; mektubunun içine, münâsebeti olmayan, fakat birtakım kelimelerin zorâki de olsa biraraya getirildiği bir cümle koyardı. Şaşardım, bu nedir diye.. İkinci, üçüncü defasında anladım. Benim yanlış yazdığım kelimeleri bir cümlenin içinde toplayıp, cümle mânâsız da olsa, doğru imlâsıyla bana yazıyormuş.. İhtar etmeden!..
O sık mektublaşmanın mükafatı olarak; Amerika'dan döndükten sonra "Senin de birgün mektuba ihtiyacın olur. Ben de o zaman seni mektubsuz bırakmayacağım" dedi. Asker olarak Diyarbakır'a gittiğim vakit (1961-62), bu defa çeşniyi değiştirerek ve mektub şeklinden de çıkartarak, birbirimize onaltışar sahîfelik defter tarzında mektub göndermeye başladık. Kendi hazırlayıp diktiği defterler gibisini yapmak benim gücümün dışındaydı ama, aynı hacimde cevap vermek mecburiyetinde kalırdım. O mektublarda da, bir defterin içinde bâzân yedi-sekize kadar çıkan hatâm olurdu. Bakardım, mektubun içine dahil etmeden, ayrı bir kağıda kurşunkalemle, silik olarak, yanlış imlâm ve karşısında düzeltilmişini yazmış.. İşte bunlar hep "İstanbulluluk" icâbıydı...
Birgün şöyle dedi "Bana 'çok dağıldı' diyorlar. Bir kere, ben meşrebim itibariyle, aynı mevzûda fazla derine inmektense, değişik şeylerle imkânım nisbetinde meşgûl olmayı tercih ederim. İkincisi: Öyle bir devirde geldim ki... Çocukluk yıllarımda, Cemil Paşa'nın şehreminliği zamanında Aksaray yolu açılırken, Divanyolu'ndan Aksaray'a kadar yok edilen eserleri görmek ve birşey yapamamak beni kahretmişti. Cumhuriyet'ten sonra da İstanbul yeni bir şekle girmeye başladığı zaman (1925), giden âbideler karşısında ne yapabileceğimi düşündüm. Hemen 4,5 x 6'lık bir fotoğraf makinesi aldım ve devamlı olarak, yıkılması beklenen yerleri tesbîte başladım.. İşte bu, beni, yok olabileceği düşüncesiyle, bütün kültür ve san'at mevzûlarını toplamağa sevketti.
Bu şekilde, "Yedi Tepeden" ismi altında, şimdi artık bulunmayan İstanbul'u gösteren pek çok eserin, âbidenin hiç olmazsa fotoğrafları Hoca tarafından tesbit edilmiş ve îzahlı olarak, bugün Süleymaniye Kütübhanesi'ndeki arşivinde yerini almıştır 1955-1957 arası yapılan istimlâklerde de Hoca son derece huzursuz, elinde fotoğraf makinesi, suluboyası-fırçası, oradan oraya koşardı. Nerede bir âbide yıkılıyor, onu tesbit edebilmek için.. Çünkü Hoca'nın elindeki silâhı oydu, yapabileceği başka birşey yoktu. Hatta bütün prensiplerini bır kenara bırakıp, devrin siyâsileriyle bile bir defa görüşmüş, "Yapmayın, etmeyin; İstanbul'u mahv etmeyin" demişti ama, mâni olamadı.
Hoca, dış seyahatlerinde de ne keyfi için dolaşır, ne vitrinlere bakar.. Kütübhaneye gider ve Osmanlı yazmalarını arardı, notlar alırdı. Amerika'dayken, kütübhanede bir kitabı açar açmaz karşısına çıkan bir beyti, o hasret, o dâüssıla içinde duyduğu ferahlığı belirtmek cihetinden bana hemen mektubuyla bildirmişti: Malûmdur; peygamberler içinde "ölüyü diriltmek" hassası sadece Hazret-i Îsa'ya verilmiştir. Hoca da en çok "Îsevî"lerin bulunduğu bir diyarda, Amerika'da gördüğü bir Türkçe yazma kitabı açar açmaz, karşısına -hatırladığım kadarıyla- şu beyit çıkıyor:
"Merhaba!. Hoşgeldiniz.. Özlerdi bu can sizleri,
Kıldın ihyâ, Hazret-i Îsa misâli bizleri"
Süheyl Bey, o sıkıntısı içinde bundan ne kadar duygulanmıştı kimbilir? Bunu alelacele yazmak lüzumunu hissetmişti. Bizler onun yanına varamıyorduk; ama onun hayâlhânesinde hep, bir yıl için dostlarıyla birlikte oturacağı bir mahalle kurabilmek vardı Amerika'da..
Süheyl Hoca bir eser yazma veya konferans verme hazırlığına girdiği günlerde bütün duygularıyla o mevzûu yaşamağa başlar, gelenlere hep o bahsi açar, başka şeyleri âdeta duymayarak "hı, hı" yla geçiştirirdi. Kendisinden duyduğum bir vâkıayı yazmamın tam yeridir: Saltanat devrinde bir vâız efendi, vaazını bitirip elini açarak duâya başlayınca, henüz karşılaştığı bir musîbetin tekerrüründen koruması niyâzını da muhakkak sözlerinin bir yerine sıkıştırır ve cemâat de o gün olan biteni, duânın gidişinden anlarlarmış. Meselâ, "Yolda giderken atlı tramvayın atlarının hışmından halâs eyle Yarabbî", veya "Kayıkla Üsküdar'dan gelirken şirket (eski devirdeki Şirket-i Hayriye) vapurlarının sadmesinden hıfz eyle Allahım" misillû bir duâda bulunursa, vâız efendinin yakında böyle bir hâle mâruz kaldığı anlaşılırmış. Bunun gibi, Hoca'nın da o günkü konuşma çeşnisinden neyle uğraştığı belli olur ve sözler ekseriya o çerçevede kalırdı. Bu "hı, hı" ile geçiştirmeleri, ben önceleri garipserdim. Baktım ki, Hoca evinde de aynı hâl üzere; hattâ refîkası, "Süheyl, sen yine beni dinlemiyorsun!" diyor... O zaman bunun Hoca için tabiî bir şey sayıldığını anladım. Böyle "dâhilî" bir tatlı serzenişe muhatap olduğu bir gün de, şu eski İstanbul fıkrasını nakletmişti: "Evin efendisinln fesinin sağ yanıyla, pantolon dizlerinin havı en önce dökülür ve eskirmiş. Sebebini sormuşlar. Sabah evden çıkarken hanımım isteklerini söyler, ben de elimi fesime değdirip selam vererek 'başüstüne' demek isterim.. Ne yapayım ki, unuturum. Akşam eve dönüp de hanım hatırlatınca, 'Hay Allah, oldu mu şimdi?' diye hayıflanarak ellerimi dizlerime vurmaya başlarım. İşte bu yüzden eskirler' cevabını vermiş".
Hâdiselere alabildiğine hoşgörüyle ve şefkatle bakmak Hoca'nın şiârıydı. Üniversite'nin Bayezid Merkez Binası'ndaki Tıp Tarihi Enstitüsü'nden bir akşam üzeri çıktığında, dolmuşa binip Karaköy'e inecek... Olanları bana ertesi günkü konuşmamızda anlattı: "Dün akşam barut gibi bir şoföre çattım ki... Dolmuş ücretini verirken 'buyur evlâdım' dedim. Birden 'ben senin evlâdın değilim' diye parladı.. 'Kızma babacığım' dedim. Hışımla, 'baban da değilim' dedi.. 'Pekala; evlâdımla babam arasında ne olman gerekiyorsa öyle ol!' dedim. Neyse, bu sözle herifi güldürdük yâhu".
Ben İstanbul'un köşesini bucağını Hoca'yla tanıdım. Bâzan, bir toplantıda önüme eski yazıyla bir not yollar. Meselâ: "Ben yarın Paşabahçesi'nde (ismin doğrusu bu olduğu için böyle kullanırdı) dolaşacağım. Sonra Emirgân'da Fuad Şemsi Bey'e (1883-1974) uğrayacağım. Müsâidsen, buluşup beraber gidelim". Yâhud: "Ayşe Sultan'ın (1887-1960) vefatı dolayısiyle Müşfika Kadınefendi'ye (1872-1961) tâziyet için gidelim mi?" gibilerden.. Ben bu çeşit ziyaretlerde nereleri görmedim, kimleri tanımadım ki...
Birgün karşılaştığımızda dedi ki: "Hacı Ömer (Sabancı) Ağa mı zengin, ben mi?. Tabiî sen 'Ömer Ağa' diyeceksin ama, bak dinle. Dün akşam bir dâvette karşılaştık. O, hastalıkları ve diyabeti dolayısiyle birşey yiyemedi. Ben, canım ne istediyse onu yedim. Şimdi sana tekrar soruyorum.. O mu zengin, ben mi?".
İbnülemin Mahmud Kemâl Bey'i (1871-1957) tevbîhinden herkes gibi Hoca da çekinirdi. İbnülemin'in bir rahatsızlığında Hoca onu ziyarete gidememiş. Sonra üniversite bahçesinde karşılaşmışlar ve Hazret, Hoca'ya çıkışmış: "Hastalığımda neredeydin?". Hoca bir an şaşırmış. Ama sonunda gerçeği aksettirmiş: "Efendim, üstâdım.. Ben sizi o kadar çok seviyorum ki, hasta olarak görmeğe tahammül edemezdim, onun için gelmedim" demiş.
Yine tebessüme vesîle olacak bir hâtırayla yazımı bağlayayım: Eczacılıkla iştigâl ettiğim yıllarda, Hoca'ya, gerektikçe asitboriğini ve kolonyasını götürürdüm. Bugün pek moda olan "deodorant"ları kimsenin bilmediği devirde Hoca, ter kokusunu asit borikle giderirdi. Yine o sıralarda kolonya için küçük plâstik şişeler yeni çıkmıştı. Hoca cam şişe kullanıyordu. Cebinde ağırlık yapmasın diye, her zaman tercih ettiği çam kolonyasını ben plâstik şişeye koyup götürdüm... Bir müddet sonra kendisini ziyarete gittiğimde, yüzüme mûzipçe bakarak: "Allah senin müstahakkını versin, bana bir iş ettin ki!" dedi ve sonra hadiseyi anlattı: Hoca, Profesörler Kurulu'na daima defterleriyle gider, oradaki dedikoduyla meşgûl olmaz, rey iktizâ ettiğinde parmağını kaldırır ve yine işiyle uğraşırdı. Her zaman sağ dış ceket cebinde duran plâstik şişe ya patlamış veya kapağı açılmış, tamamen boşalarak cebinin içinden pantolonuna, dizlerine kadar yayılmış.. Durumu farkedince, masaya büsbütün sokulmuş.. Toplantı bitmiş, herkes çıkıyor, fakat Hoca oturuyor! "Çıkmayacak mısınız efendim?" diyenleri "Birazdan çıkacağım" sözüyle geçiştiriyor. Nihâyet, önünün ıslak tarafını duvara döndürerek, güç bela aşağı kattaki Tıp Tarihi Enstitüsü'ne iniyor. "Yahu, sen bana da laf getireceksin!" dedi.
Zîra, o günlerde (1965-66) İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi daha ikiye ayrılmamıştı ve bir haylı yaşlı hoca mevcuddu. Gerçi Süheyl Hoca altmışlı yaşlarındaydı ama, Fakülte'de seksenine merdiven dayamış olanlar vardı. Bu yüzden: "Altını tutamıyanlar hâlâ hocalık edeceğiz diye uğraşıyorlar" şeklinde sözler dolaşırdı. Süheyl Hoca: "Sen beni de onlardan mı edeceksin?" deyince, cevâbı yapıştırdım: "Sizin gibi böyle 'çam râyihalı' tebevvül edenlere birşey diyemezler!". Gülerek dedi ki: "Sen kardeşim, bana yine bildiğim cam şişeden getir".
Sonuna geldiğimiz şu yazıyı okuyanların çehresinde bir huzurlu ifâde kaldıysa, Hoca'nın hâtırası da bundan huzur duyacaktır emin olunuz.
Resim 1: Necmeddin Okyay mayıs 1968'de evimize misafir olduğu zaman kendisini ziyarete gelen kadîm talebesi Dr. Süheyl Ünver'le.
Resim 2: Süheyl Hoca'nın da feyz aldığı Medresetü'l-Hattâtîn'in 1957'de kendisi tarafından yapılmış suluboya resmi.
Prof. Uğur Derman