29 Mart'ta Fransız basını Macron'un ağzından ilginç haberler yayınladı. Önce Cumhurbaşkanı Macron'un PYD'li birkaç kişiyi kabul ettiği ve Menbiç'e asker göndermeyi gündeme alacakları sözünü vermiş. İkinci haber ise doğrudan Macron'un ifadelerine dayanarak verildi. Macron, Türkiye ile YPG arasında arabulucu olabileceklerini ve bu teklifin Ankara büyükelçiliği üzerinden Türk yetkili makamlarına iletecekmiş. Doğal olarak Türkiye'de bu açıklama tepki ile karşılandı, resmi düzeyde gerekli cevaplar verildi.
Bu haberler, Fransa'nın yirmi yüzyılın başından ikinci dünya savaşına kadar Suriye'deki varlığını ve bu topraklarda işlediği cürümleri ve uyguladığı politikaları hatırlattı.
Kestirmeden ifade edeyim. Suriye'de %12'lik bir tabana sahip bir rejim kırk sekiz yıldır bir şekilde varlığını devam ettiriyorsa bu Fransa'nın 1920'lerden itibaren Suriye'de uyguladığı "Azınlık Politikaları"nın bir sonucudur.
Fransa'nın Suriye'ye yerleşmesi, I. Dünya savaşı sırasında İngilizlerin Ortadoğu'yu paylaştırdıkları anlaşmaların sonucunda söz konusu oldu. İngilizler, Suriye'yi hem yanlarına çektikleri Şerif Hüseyin'e hem de Sykes-Picot anlaşması çerçevesinde Fransızlara bırakmayı taahhüt etmişti. Savaştan sonra aradan çekilerek Fransızlarla Suriye'ye yerleşen Şerif'in oğlu Faysal'ın kuvvetlerini karşı karşıya bıraktı. Fransızların 1920'de Suriye'yi ele geçirmesi zor olmadı.
Sonrasında Milletler Cemiyeti'nin de onayıyla bu toprakları manda olarak ilan ederek işgali resmileştirmiş oldu. Manda sistemi, İmparatorluktan kopan bölgelerin kendini yönetir hale getirmek amacıyla bağımsızlık yolundaki gelişimlerine yardım etmesi mantığıyla kurulmuştu. Hâlbuki sömürgeciliğe uluslararası meşruiyet kazandıran bir formülden başka bir şey değildi. Suriye söz konusu olduğunda bu durum daha da geçerli oldu, çünkü 1946'ya kadar süren Suriye'deki Fransız yönetiminin uyguladığı meşhur "Azınlık Politikaları" tam tersi sonuçlar üretti.
Bu politikaların iki temel amacı vardı: Birincisi "böl ve yönet." İkincisi ise Osmanlı bakiyesi güçlü aktörlere karşı etnik ve mezhebi unsurların bir denge aracı haline getirilmesi idi. Bu amaçla 1920'lerin ortasından itibaren yeniden dizayn ettikleri bürokrasinin üst noktalarında azınlık mensuplarını tercih ettiler. Suriye ve Lübnan ordusunun çekirdeğini oluşturan Levant Özel Birlikleri'nin ilk temelleri, bu bölgeleri kontrol altında tutmak amacıyla 1920'de Fransa tarafından atıldı. 1925'e gelindiğinde bu akademiden mezun olanların sayısı 5000 kişiye ulaştı.
Kaderin bir cilvesi olarak Fransızların tercihleri, Sünni Müslümanların Fransız yönetimi altında özellikle orduda yer almak istememeleri, azınlıkların bu yeni imkânları bir fırsat olarak görmeleri üst üste örtüştü. 1940'lara gelindiğinde Dürziler ve Nusayriler özellikle Suriye ordusunda hayal edemeyecekleri bir noktaya gelmişti. 1947'de nüfusun % 85'ini oluşturan Sünni Arapların ordudaki oranı % 30 düşmüştü.
İkinci dünya savaşından sonra Fransa Suriye'den çekilince arkasında hiçbir alanda kurumsallaşamamış, siyasi açıdan istikrarsız ve ordunun ideolojik ve etnik saiklerle siyasete müdahil olduğu bir ülke bırakmıştı. 1970 yılına kadar yirmiden fazla askeri darbe girişiminin ve 1963'ten itibaren Baas'la bütünleşik bir ordunun ülkeyi yönetmesinin arkasında bu azınlık politikaları yatmaktadır. 1963-70 arasında Baas içinde yürüyen mücadeleyi kazanan Hafız Esed'in kurduğu azınlık rejiminin temeli de budur. Esed 2000 yılında öldüğünde ordu içindeki generallerin % 90'ı Nusayri idi ve bu yapı sayesindedir ki oğlu Beşar iktidarı kolaylıkla devraldı.
…
Macron'un PYD ile görüşmesi ve sarf ettiği yakışıksız sözler bir yüzyıl sonra, 'Fransa'nın yeniden Suriye'ye dönüş hevesi mi?' göreceğiz. İlginç olan şey Macron'un –böyle bir heves varsa eğer- Müslüman bir ahali içinden çıkmış ve fakat Amerikan çıkarlarının bekçiliğini üstlendiği için bütün bölge unsurlarının düşmanlığını kazanmış olan bir örgüt üzerinden çıkış yapmış olmasıdır.
Ancak hatırda tutulması gereken şey bugün Suriye'de etkin olan Türkiye, yüzyıl öncesinin Türkiye'si değil.