Yeni Zelanda'da iki camiye aynı anda yapılan saldırıda kırk dokuz Müslüman hayatını kaybetti. Kırktan fazla kişi de yaralandı. Gerçek ve can yakıcı bir olayla karşı karşıyayız.
Önce bu saldırının adını koyalım. Bu bir İslamofobik olay değil, Müslümanlara yönelik bir terör saldırısıdır.
Saldırganın manifestosu, silahına işlediği tarih ve semboller de saldırının arkasındaki zihniyeti ortaya koyuyor.
Bütün semboller ve işaretler saldırganın çiğ bir haçlı zihniyetine sahip olduğunun işaretleri. Nefretle bezenmiş bir zihniyet, Türklüğü ve İslam'ı bu nefretin altında eşitleyen bir yaklaşımla karşı karşıyayız.
Bu saldırıyı bir sapma ya da tekil bir olay olarak değerlendiremeyiz.
İslam'a ve Müslümanlara karşı piyasaya sürülen nefret dolu söylem ve haberlerin bir sonucu olacaktı ve oldu. Bu gidişle olmaya da malesef devam edecek.
Saldırgan terörist, bağlantıda olduğu grupların ve kişilerin bağışta bulunduğu örgütlerin bir kısmını yazdığı manifestoda ifşa etmiş.
Bu durum Batı'da saldırganın sahip olduğu zihniyeti besleyen önemli odakların varlığına işaret ediyor. Bu odakların ne kadar organize olduklarını araştırmak ve ortaya çıkarmak da güvenlik kurumlarının işi.
Ancak böylesine bir soruşturmasının olması malesef bir beklenti olarak kalacak.
Bırakın soruşturmayı, saldırı hasta ruhlu bir piskopatın kişisel eylemi olarak unutulup gidecek.
Batı kibri böylesine olayları toplumsal ve siyasal süreçlerin bir sonucu olarak kabullenmeyecektir. Ancak bu ırkçı teröristler Avrupalı vatandaşların canına ve malına kast ettiğinde harekete geçecektir. Ancak o zaman da Avrupalılar için iş işten geçmiş olacak.
…
Saldırının üzerinden henüz yirmi dört saat geçmeden yine medya marifetiyle havanın nasıl döndüğünü gördük.
Kırk dokuz Müslümanın kanı kurumadan ne "kahramanlar" türedi. Saldırının gerçekleştiği Yeni Zelanda başbakanının taziye ziyaretleri, emniyet müdürünün konuşmaları, "yumurta çocuk" ve camide çiçek dağıtan duyarlı insanlar konuşulmaya başlandı.
Bütün bunları failleri adına olumlu ve duyarlı birer eylem olarak kenara not edelim.
Ancak ne Batı yetkililerinde ne de kamuoyunda saldırı ile yüzleşme ve hesaplaşmaya dair hiç bir tartışma başlamış değil.
Tarih kitaplarından aşina olduğumuz ve sanki çok uzak geçmişte olmuş bitmiş olayların yirmi birinci yüzyılda hortlaması ve onlarca müslümanın canına kast etmesi açıklanması gereken bir mesele.
Ve bu sorumluluk Batılı siyasilere ve entellektüellere düşüyor.
Gelgelelim ne Batı medyasında ne de siyasiler düzeyinde en ufak bir soru ya da sorgu emaresi yok.
Obama saldırıyı "olay" diyerek geçiştirdi. Trump katliam dedi. En cesur açıklamaları saldıryı "ırkçı" olarak nitelendiren Merkel'den duyduk. Iyi dilek ve baş sağlığından öteye gitmeyen mesajlar bunlar.
Ne olduğunu ve neden olduğunu soran yok.
…
Kısacası Müslümanlar kaynakları ve sebepleri ile ilgili olmadıkları çeşitli ve ardı arkası gelmeyen bir dizi saldırı altında ve sonuncusu kırk dokuz müslümanın canına mal oldu.
Annesinin Hanna Arendt'e Yahudiliği dolayısıyla kimseyle tartışmaya girmemesi ve fakat kimliği dolayısıyla saldırıya maruz kaldığında kendisini bir Yahudi olarak savunmasını öğütlediği söylenir. Buradan iktibasla, kendimizi Müslüman kalarak ve Müslüman olarak savunacağız. Kimse bizden kendimizi demokrasi mağduru ya da insan hakları ihlallerine uğramış birer mağdur olarak savunmamızı beklemesin.