AK Parti iktidara geldiği 2002'den itibaren dış politikada Soğuk Savaş sonrası şartları dikkate alarak yeni bir dış politika geliştirmeye çalışırken öte yandan içerde demokratikleşme atılımları yapmaya çalışıyordu.
Bu iki alanda da karşılaştığı dirençten dolayı vesayet odakları ile mücadele ederek ayakta kalmak durumunda kalıyordu. Bu açıdan bakıldığında dış politikanın önemli bir kaldıraç işlevi gördüğünü ifade etmek mümkün.
2010 yılında Arap isyanları ile başlayan bölgesel türbülans ise yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.
31 Mayıs 2010'da gerçekleşen Mavi Marmara saldırısı ile 9 Haziran 2010'da ABD baskısına rağmen İran yaptırımlarına karşı oy kullanılması bu dönemin öncülü sayılabilir.
Mavi Marmara saldırısı Türkiye'nin İsrail'le savaşın eşiğine geldiği bir gelişmeydi.
İran yaptırımlarına karşı oy kullanılması da hem ABD hem de İsrail'in bölgesel siyasetinin aksine tutumlardı.
Bu ayrışma 2010 isyanlarının başlaması ile yeni bir boyut kazandı.
2011 yılı boyunca Arap isyanlarına yönelik ABD ile ortak söyleme rağmen, ABD'nin bu söylemler doğrultusunda politika geliştirmemesi ayrışmanın başlangıcı oldu.
Obama'nın ikinci döneminden itibaren ABD'nin daha az maliyetle, müttefiklerine daha fazla sorumluluk yükleyerek sonuç almaya dönük stratejisi karşısında Türkiye'nin eşit sorumluluk/ortak politika noktasında direnç göstermesi iki ülkenin ayrışmasına neden olmuştur.
Obama yönetiminin ikinci dönemi (2012)'den itibaren benimsediği dış politika çizgisi, Rusya ve İran gibi rakiplerinin önünü açarken Türkiye, Ürdün, Suudi Arabistan gibi müttefiklerin karşı karşıya kaldığı riskleri artırmıştır.
Rusya'nın 2014'ten itibaren Ukrayna'ya yaklaşık bir yıl sonra Suriye müdahalesi, İran'ın bölgeye kendi askeri varlığı ve vekilleri aracılığıyla yayılması Obama yönetiminin dış politikada boşluk alanları bırakan tercihlerinin sonucudur.
Türkiye'nin bu değişime ayak uydurma noktasında yaşadığı gecikme ise çeşitli maliyetlere yol açtı.
Bürokratik hantallık, FETÖ manipülasyonları ile uluslararası şartlar dolayısıyla geciken stratejik adaptasyon, Suriye krizi başta olmak üzere önemli maliyetler ortaya çıkardı.
PKK'nın alan kazanmasından 15 Temmuz darbe girişimine varan süreç ise yeni bir dönemin kapısını aralamıştır. Uluslararası siyasetin iyice belirsizleştiği bu dönemde neredeyse bütün ülkeler uzun dönemli projeksiyonlardan çok yakın tehditlerle uğraşmak zorunda kalmıştır.
Bu tarihten itibaren ise Türkiye'nin dış politikada kullandığı söylem ve politikalar otonom olmakla birlikte birbirleri ile uyumlu olmuştur.
Rusya'nın Suriye krizine büyük bir askeri güçle müdahil olması değişimi zorunlu kılmaktaydı.
Bu tarihten itibaren müttefikler ya da rakipler arasında geçerli olan formül, parçalı ittifak ve alan bazlı işbirliği ve rekabetti. Bu durum sadece Türkiye'nin değil neredeyse bütün aktörler için bir dış politika çizgisine dönüşmüştür.
Rusya, ABD ya da İran ile ilişkilerin geldiği nokta, Suudi Arabistan ve BAE ile yaşanan gerginlikler ya da AB ile ciddi ayrışmalar yaşanırken imzalanan mülteci anlaşması, bu düzlemin ürünüdür ve bu düzlemin bir süre daha devam edeceğini öngörmek zor değil.
Bununla birlikte dış politika yapımında iki noktaya dikkat edilmesi gerekir: Birincisi kısa vadeli tehditlerle uğraşırken uzun vadeli ve küresel projeksiyonların gözden kaçırılmaması; ikincisi de güç birikiminin ihmal edilmemesi.