Birkaç gün önce, haberleri dinlerken; Sağlık Bakanı'nın bir açıklaması dikkatimi çekti ve biraz da sevindirdi. "Bundan böyle, alternatif tıp alanındaki çalışmaların da dikkate alınacağı; asırların tecrübesiyle oluşan bilgi ve birikimlerin, sağlık sektörünün istifadesine sunulacağı" belirtildi.
Hemen arkasından; bir şerh düşme ihtiyacı duydu. Muhtemelen, modern tıp eğitimi alanların tepkilerine muhatap olmamak için; "Tabi ki son sözü bilim söyleyecek" cümlesini kurup, ondan sonra noktayı koydu.
Bu bizde; başka bir çağrışım yaptı. Her seviyedeki eğitim kurumlarının bağlı bulunduğu yetkili makamlar tarafından bir açıklama yapılarak; "Bundan böyle, eğitim hizmetlerinde, mekteplilerle birlikte alaylılardan da istifade edilebileceği"nin belirtilmesi gerektiğini hatırlattı.
Bu bağlamda; alanında alaylı olarak yetişenleri bir kez daha hayırla yad ettik. Yakın şahidi olduğumuz örnek şahsiyetlerden birinin anlamlı öyküsünü; sizlerle paylaşmak istedik.
KOYUN KAVAL ÇALAR MI?
Yetmişli yılların ortalarında; hem üniversite okuyor, hem gazetecilik yapıyorduk. Değişik branşlardan sekiz-on genç; aynı öğrenci evinde kalıyorduk.
Bizden iki, üç yaş küçük bir kardeşimiz vardı. İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nde okur; birkaç gazete ve dergiye, siyasi ve ideolojik içerikli karikatürler çizer, resimler yapardı.
Her birimiz gibi, O da "normal yurdum insanı" çizgisinde duruyordu. Ortalama Anadolu gencinin "milliyetçi-mukaddesatçı" kimliğine uygun olarak; dinimiz ve devletimiz, vatanımız ve milletimiz için bir şeyler yapmanın aşkını, şevkini, heyecanını duyuyordu.
Okuyup araştırdığımız, konuşup tartıştığımız konuların başında; İslam Dini'ne dair gündemler vardı. Bizim için, doğru ve doyurucu bilgiye ulaşmanın en kestirme yolu; başta Kur'an ve Sünnet külliyatı olmak üzere ya Türkçe metinler, ya Arapça kaynaklardı.
Çoğumuz, hatta hemen hepimiz; Türkçe meal, tefsir, hadis kitabı ve konu bazında yazılmış diğer kitapları ve makaleleri okurduk. Buna bir de "ağabey"lerimizin ve "hoca"larımızın yorumlarını ekleyip; yeterince mutmain olurduk.
O, ömründe hiç din eğitimi görmemiş, Arapça'nın a'sı ile muhatap olmamış kardeşimiz; bunlarla yetinmedi. Beklenmedik bir kararla ve kararlılıkla; "Ben, Allahın Kitabı'nı da Resulullah'ın Sünneti'ni de ana kaynaklarından okuyup, aracısız anlayacak kadar Arapça ve İslami İlimler öğreneceğim" dedi.
Doğrusunu söylemek gerekirse, biz O'nu ciddiye almamıştık. Dudak büküp gülümsemiş; gelip geçici bir hevese kapıldığını sanmıştık.
Çok geçmeden; şaşırtıcı bir mesafe katederek, bizi utandırdı. Azmin ve gayretin elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağını gösterdi; adeta koyuna kaval çaldırdı.
ŞİMDİ O İSLAM ALİMİ
Şu bizim "iktisatçı" ve dahi "karikatürist" Ercan kardeş; hiçbir örgün eğitim hizmeti almadan, tamamen özel metot ve usullerle, "Abdurrahman Hoca" oldu. Yurt içinde ve yurt dışında, muhtelif dersler alarak ve vererek; meşhur Arapça gramer kitabı Molla Cami'yi Türkçe'ye tercüme edecek, fıkıh alanında yazılmış önemli eserlere şerhler düşecek hale geldi.
Ehlinin anlayacağı, kadrini-kıymetini bilip takdir edeceği kitapları var. Hazırladığı basılı, sesli, görüntülü pratik Arapça materyallerinden; yüzlerce, binlerce örgün ya da yaygın eğitim talebesi istifade ediyorlar.
Şimdilerde, Kur'an Kursu diye anılan müesseselerde ve vakıf, dernek, cami gibi yerlerde; Arapça, Kur'an, Tefsir, Fıkıh dersleri veriyor. Büyük bir ihtimalle; kendisinin geçtiği yollardan geçmeye çalışan yeni ilim-irfan yolcularını yetiştiriyor.
Ancak, bu alanda YÖK mevzuatına uygun lisans, yüksek lisans ve doktora belgesi olmadığı için; kurulu düzen tarafından, "hoca" olarak görülmüyor. Örgün eğitim kurumlarında; kadro alıp görev yapma fırsatı verilmiyor.
Adil ve makul bir terazide tartılma imkanı olsa; çoğu ilahiyatçıya beş basar. Kafasında ilim, kalbinde irfan olmayanların; çantalarında nice diplomalar, sertifikalar olsa ne yazar?