Çoğunluğu "Müslüman" olan bir ülkede; kendi çapımızda, "dindar" yahut "muhafazakâr vatandaşlar olmaya çalışıyoruz. Ancak, bazen küllenen bazen alevlenen aşırı söylemler ve eylemler arasında; "deprem kuşağı" sakinleri gibi, sarsıcı "git-gel"ler yaşıyoruz.
İslam'la müşerref olduğumuz günlerden beri; asırlardır, bu dinin "sancaktar"lığını yapan bir milletiz. İnandığımız doğruların ve değerlerin korunup gözetilmesini, kendi mallarımızdan ve canlarımızdan daha "aziz" bilip; uğrunda nice canlar, cananlar vermişiz.
Tarihin yeni bir "dönüm noktası"nda, kendimiz ve dünyamız için tarih yazmakta olduğumuz şu günlerde; yeniden, "gönül coğrafyamız"ın ümit ve güven kaynağı haline geldik. Dünyanın dört bir yanındaki din kardeşlerimizin, dertlerine deva olabilmek için; sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik, askeri, diplomatik, bilimsel, teknolojik bir "seferberlik" içine girdik.
Gel gör ki, kendi içimizde yahut yakın çevremizde; suları bulandıran, fitneleri uyandıran unsurlar var. Allah'la ve Resulullah'la hiçbir sorunumuz olmamakla birlikte; onlar adına konuştuğunu yahut yazdığını söyleyen birileri, "ifrat"ın ve "tefrit"in sınırlarını zorlayarak, gönüllerimize "gölge"ler düşürüyorlar.
İLİM-İRŞAD EHLİ OLANLAR
Seksenli yılların ikinci yarısında, İstanbul'un Anadolu Yakası'nda; geniş katılımlı bir "sohbet halkası" organize etmiştik. Haftalık periyodlarla, az bilenler ile çok bilenleri bir araya getirip; dinimizi, diyanetimizi birlikte öğrenme yoluna gitmiştik.
İştirakçilerimiz arasında; gençlik yıllarında değişik kişilerin ve kurumların, çevrelerin ve ortamların "rahle-i tedris"inden geçmiş dostlar vardı. Her biri, kendi tecrübe ve birikimlerini paylaşarak; bir "ortak zemin" oluşturmaya çalışıyorlardı.
Dini inanışımızla ve yaşayışımızla ilgili "hal ve gidiş"imizi müzakere ederken; bir ihtiyaç hasıl oldu. Bu alanda hizmet üreten, faaliyet yürüten sosyal çevrelerin "alim"leri yahut "mürşid"leri ile yüz yüze görüşerek; istişare ve mümkünse işbirliği yapmak, kaçınılmaz bir zaruret haline geldi.
Ehil ve güvenilir aracıların yardımıyla; her birisinden, uzun oturumlu randevular aldık. Dersimizi çalışıp, ödevimizi yaparak "huzur"larına çıktığımızda; lisan-ı münasiple, toplumun büyük çoğunluğunu ilgilendirdiğini düşündüğümüz bir "maruzat"ta bulunduk:
Efendim, bizler; "ortak arayış"ların bir araya getirdiği, aciz ve günahkâr Müslümanlar. Günahlarımız ve veballerimizle birlikte; bazı iyi niyetli gayretlerimiz de var.
Bu cümleden olmak üzere; Allah'ın razı olacağı, hoşnut kalacağı bir hayat yaşamak istiyoruz. Ancak, bu halin ne ya da nasıl olduğunu bilme ve bulma konusunda; bazı şüpheler, tereddütler, belirsizlikler, kararsızlıklar içine giriyoruz.
Muhtemelen, birinci engelimiz; bizim kendi cahilliğimiz olabilir. Belki, ikinci sırada; daha önce yaşadığımız yanılgıların oluşturduğu ürkeklik, korkaklık yer alabilir.
Ayrıca, ümmetin çoğunluğu ortak bir tavır içinde olmadığından; "uyduk kalabalığa" diyemiyoruz. Kimilerinin "ak" dediğine kimilerinin "kara" dedikleri, kendi guruplarını ya da hiziplerini "hak" üzere görüp diğerlerini "batıl"a düşmekle itham ettikleri bir ortamda; yönümüzü bilemiyor, yolumuzu bulamıyoruz.
Sizi bir "istişare makamı" kabul edip; müşkülümüzü danışmaya geldik. İşi ehline sorup; ona göre hareket etmek istedik.
Bize tenbihiniz, uyarınız nedir? "Dosdoğru yol" hangisidir; "sahil-i selamet"e nereden gidilir?
Hiç istisnasız, aldığımız cevapların iki ortak yanı vardı. Ya bize "takkiyye" yapıp, gerçek düşüncelerini değil, genel geçer şeyleri söylüyorlar yahut doğru söylüyorlar ama kendi tabanlarına söz geçiremiyorlardı.
Çünkü söylenenler ile yapılanlar birbirine uymuyordu. Dine uygun beyanlar; dindarlar nezdinde yeteri kadar hayat bulmuyordu.
O günden bu güne kadar, bir nesil değişti. Fakat sorular cevapsız kaldı, sorunlar biraz daha derinleşti.
Şimdilerde; insanlar, "indirilmiş din" ile "uydurulmuş din" arasında yol bulmaya çalışıyorlar. "Hakikat kapısı"nın anahtarına ulaşmak için; köşe bucak dolaşıyorlar.
Asırların tecrübesine ve birikimine rağmen; kervanı dağdan aşıramıyoruz. Kişisel sorumluluklarımızı üsteleme anlamında "ben" olmayı, kurumsal sorumluluklarımızı kuşanma anlamında "biz" olmayı, ilahi irade ile irtibat kurma anlamında "O"na yönelmeyi bir türlü başaramıyoruz.
DOĞRU DİN EĞİTİMİNE İHTİYAÇ VAR
Şüphesiz, bizim dinimizde; kişisel ya da kurumsal anlamda, "ruhban"lık da "sultan"lık da söz konusu değildir. Ancak; Kur'an ve Sünnet'in aydınlığında dindar vatandaş, din görevlisi, din eğitimcisi, din âlimi yetiştirecek mekanizmaların oluşmasına, gelişmesine ihtiyaç olduğu apaçık bellidir.
Denilebilir ki; zaten camiler, tekkeler, Kur'an Kursları, İmam Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri, hatta gayrı resmi mektepler, medreseler var. Diyanet İşleri Başkanlığı, Din Eğitimi Genel Müdürlüğü, YÖK'e bağlı İlahiyat Fakülteleri, yaygın eğitim hizmetleri veren cemaatler ve sivil toplum kuruluşları; yıllardır bu görevi yapıyorlar.
Fakat sonuçlardan anlaşılan o ki; buralarda aynı Allah'tan, aynı Resulullah 'tan, aynı Kitap'tan, aynı Sünnet'ten söz edilmiyor. Ellerimiz de dallarımız da farklı merkezlere ve mecralara uzanıyor; hep birlikte, aynı "Allah'ın ipi"i tutulmuyor.
Dinin bir "sabit"leri, bir de "değişken"leri var. Sabitleri "iman"ın, değişkenleri "içtihat"ın alanına giren konular.
İctihatlarımız farklı, çeşitli olabilir; ama imanımızın aynı olması gerekir. Bizi birlik ve beraberlik içinde geleceğe taşıyacak olan anlayış ve yaşayış; "yazılı vahiy" olan Kur'an-ı Kerim'e, "yaşanmış vahiy" olan Sahih Sünnet'e ve "yaratılmış vahiy" olan Kevni Ayetler'e dayalı "doğru bir din eğitimi" ile verilebilir.
Ortak amacımız ve arayışımız bu olmalıdır. Din adına yapılan "yanlış"larla uğraşmak ve boğuşmak yerine; "doğru"lar açık ve net bir şekilde ortaya konmalıdır.