Milli Eğitim Bakanlığı, her öğretim yılının başında; bir çalışma takvimi açıklıyor. Bu takvimde; belirli günler ve haftalar yahut anmalar ve kutlamalar da yer alıyor.
Yılda bir anılan, kutlanan günler arsında; 24 Kasım Öğretmenler Günü de var. Kişiler, çevrelerindeki öğretmenleri tebrik ediyor; kurumlar, özel anma ve kutlama programları yapıyorlar.
Eskiden beri, içimizden gelerek, gereğine ve önemine inanarak; öğretmenliğin, "mesleklerin anası" olduğunu savunuyoruz. Hatta, bir kademe daha ileri gidip; "iş" gibi değil "aşk" gibi, "ibadet" gibi gördüğümüzü söyleyip duruyoruz.
Bir başka ifadeyle, evlerde anneler ve babalar, okullarda öğretmenler ve idareciler, camilerde imamlar ve müezzinler görevlerini iyi yapabilseler; daha huzurlu ve güvenli bir toplum yapısının oluşacağına, gelişeceğine inancımız, güvencimiz var. Çünkü, biliyoruz ki; yeni nesiller, bu kurumların tezgahından geçerek şekilleniyorlar.
Bugünlerde, yeniden; "Öğretmenler Günü" haberleriyle, yorumlarıyla, anma ve kutlama programlarıyla muhatap olduk. Hangi safha ve süreçlerden geçtiğimizi yahut geçirildiğimizi, ne gibi eziyetler çektiğimizi ve zayiatlar verdiğimizi unutup; kanıksadık, benimsedik, armağanmış gibi anlayacak, algılayacak hale geldik.
İşte bu noktada, biz, anma ve kutlama geleneğine biraz aykırı bir tavrla; kanunun geri planını hatırlamaya ve hatırlatmaya çalışacağız. Hafıza kayıtlarımızın üstünü örten tozu süpürüp; 24 Kasımların anmalık mı, ağlamalık mı olduğuna bakacağız.
HARF DEVRİMİ, ALFABE DEĞİŞİMİ
Bilindiği gibi, Cumhuriyet tarihi; zincirleme devrimlerle ve direnişlerle geçti. Canı pahasına var oluş mücadelesi veren millet; yeni devletin ve düzenin kuruluşundan sonra, doğrudan ya da dolaylı dayatmalarla, nice kirli hatta zehirli suları ister istemez içti.
Harf devrimi yahut alfabe değişimi de bunlardan birisiydi. Kendi eliyle kendi başına balyoz vurulup, hafıza kaybına uğratılarak; bir gecede, okuma yazma bilmeyen cahiller haline getirilmesiydi.
Yeni dönemin aydınları ve yöneticileri; aşağılık kompleksi düzeyindeki bir öykünme ve özenmeyle, yönlerini Batı'ya döndüler. Bin yıllık tarih, kültür, medeniyet mirasının dışına çıkıp; sözümona "aydınlanmış" Avrupa trenine bindiler.
Onuncu yüzyılda Müslüman olmuş milletimiz; Kur'an diline yakınlığı sebebiyle, Arap alfabesini tercih etmişti. Okuma yazma bu alfabe ile öğrenilmiş ve öğretilmiş; bilim, kültür, sanat eserleri bu alfabe ile verilmişti.
1 Kasım 1928'de Harf Devrimi yapıldı ve Hristiyan dünyasının kahir ekseriyetinin kullandığı Latin alfabesine geçildi. 24 Kasım 1928'de yayınlanan Millet Mektepleri Talimatnamesi ile ise; Mustafa Kemal, yeni alfabenin Başöğretmen'i ilan edildi.
Kalemlerimizi kırdık, icazetnamelerimizi çöpe attık; sıfırdan okuma yazma öğrenmeye başladık. Batı'dan gelme her ne varsa baş tacı yapıp; kendi değerlerimizi ve doğrularımızı, şeytan taşlar gibi taşladık.
Başöğretmen'in doğumunun yüzüncü yılında; birileri, bir adım daha attılar. Latin alfabesinin öğretilmeye başlandığı 24 Kasım'ı; Öğretmenler Günü ilan ettiler.
Doksan yıldır onların alfabesi ile okuyup yazıyoruz; ama hala Avrupalı olamadık. Kazandığımız değerleri yok sayıp kaybettik; fakat, bir türlü vaadedilen yalancı cenneti bulamadık.
Şimdi biz, Selçuklu'nun ve Osmanlı'nın red-i miras eylemiş hayırsız evlatları olarak; 24 Kasımlarda gülmeyi mi, ağlamayı mı tercih edelim? İddiaların aksine, alfabesini değiştirmediği halde bizden daha fazla büyümüş ve gelişmiş olan ülkelere, toplumlara bakıp; tarih huzurunda millete yalan söyleyen, yanıltan aydınlara ve yöneticilere ne diyelim?
AVUÇLARIMIZDAKİ KELEBEKLER
Kerhen katıldığımız son Öğretmenler Günü programında; mesleğimizle ve meşguliyetimizle ilgili olarak, kayda değer paylaşımlar vardı. Bazıları, bilincimizin cilasını parlattı; sorumluluklarımızın sınırlarını hatırlattı.
Adamın biri, her soruya doğru cevap verdiği için toplumun itibar ettiği bilge kişilerden birinin; bilgeliğinin derecesini ölçmek istemiş. Kendisine göre özel ve güzel bir plan yapıp; mekanına, makamına gitmiş.
Önce, avucunun içine bir kelebek koymuş. Sonra, parmaklarını hafifçe kapatıp; "kelebek ölü mü, diri mi" diye sormuş.
Amacı; hile yapıp, bilge kişiyi yanıltmakmış. Şayet "ölü" derse serbest bırakıp uçmasını sağlayarak,"diri" derse avucunu iyice sıkıp öldüğünü ispatlayarak; doğru cevap veremediğini gösterip, zor durumda bırakmakmış.
Bilge kişi, beklenin dışında bir cevap vermiş. "Kelebeğin kaderi senin elinde. Sıkarsan ölür, sıkmazsan diri kalır" demiş.
Öğretmenler Günü'ne vesile yapılan şey; aklı başında herkesin içini acıtıyor. Ancak, öğretmene ve öğretmenliğe dair mesajlar, muhtevalar; yılda bir kere de olsa, önemli bir gerçeği yeniden hatırlatıyor.
Allah'ın ve milletin emaneti olan çocuklar ve gençler; avuçlarımızın içinde tuttuğumuz kelebekler gibiler. Bizim tutuş biçimimize göre; yaşayıp uçabilirler, sakatlanıp özürlü olabilirler, boğulup ölebilirler.
Bu süreç; ailede başlayıp, okulda devam ediyor. Anneler ve babalar, öğretmenler ve idareciler; bilgi ve bilinç durumlarına göre, çocukları ve gençleri abad ya da berbad ediyor.