Kutsal metinlerde geçen tariflerden, tanımlardan anlaşıldığına göre; dünya "sahne", hayat "oyun", insan "oyuncu" gibidir. "Doğum" ile başlayan hikâyemizin sonunu; nerede, ne zaman ve nasıl geleceğini bilmediğimiz "ölüm" bitirir.
Aslında büyük bir oyunun içindeyizdir amma "oyun içinde oyun" sayılabilecek küçük oyunlar da oynarız. Çoğunlukla, büyük resmi unutur; küçük kareler içinde, uzun bir yolun yolcularıymışız gibi koşarız.
Eskiden beri çocukların, gençlerin, yetişkinlerin, yaşlıların, erkeklerin, kadınların oynadıkları muhtelif "oyunlar" var. Değişik zamanlarda ve zeminlerde, belirlenmiş kurallara göre icra ediliyorlar.
Rekabeti gerektiren, "yenme-yenilme" ile sona eren oyunlarda; en az iki "taraf" oluyor. Kaybeden taraf "mağlup" ilan ediliyor, kazanan taraf "galip" unvanını alıyor.
Oyunlar yelpazesi içinde yer alan satranç, "savaş oyunu" olarak bilinir. Bir başka bakış açısıyla, "zihin sporu" olarak da nitelendirilir.
Yarısı "siyah", yarısı "beyaz" olan altmış dört karelik bir tahtanın üzerinde oynanır. Savaş meydanındaki iki düşman "ordu" gibi dizilen taşlar arasında; şah, vezir, kale, at, fil ve piyon adı verilen "askerler" yer alır.
Oluşma, gelişme süreci hakkında birbirine yakın rivayetler var. Muhtelif kaynaklar; "nereden ve nasıl çıktığı" konusunda, özetle şöyle bilgi veriyorlar.
Eski Hint hükümdarlarından biri, savaşmayı çok severmiş. Zevkinin tadına varmak, stratejilerini uygulayıp sonuçlarını görmek için ordusunu sürekli seferberlik halinde tutar, sık sık komşu ülkelere savaş ilan edermiş.
Ülkesi ve toplumu bu durumdan fena halde yorulmuş, barışa hasret hale gelmiş. Halkın ileri gelenleri, gizliden gizliye bir çare aramak zorunda kalmış.
Bilinen bilge kişilere gidip, akıl-fikir sormuşlar. Uzun arayışlardan sonra, hükümdarın savaş tutkusunun önüne geçmenin bir yolunu bulmuşlar.
Aklı evvelin biri, bugün adına "satranç" dediğimiz oyunu icat etmiş. Saraya gidip hükümdarın huzuruna çıkmış; "Efendim, cümle âlem biliyor ki, siz savaşmayı çok seviyorsunuz. Bunun için sık sık seferberlik ilan ediyor, uzun ve meşakkatli bir işe giriyorsunuz. Biz, sarayınızın içinde ve istediğiniz kadar savaşmanızı sağlayacak bir yol bulduk. Küçük bir tahtanın üzerinde, iki ordunun karşı karşıya gelip kıyasıya savaşabilecekleri bir cephe oluşturduk. Buyurun, ordunuzun başına geçip gönlünüzce savaşın. Yenin, yenin, yenilmezlik mertebesine ulaşın" demiş.
Hükümdar çok memnun kalıp, oyunu icat eden ve nasıl oynanacağını öğreten bilge kişiye "dile benden ne dilersen" diye sormuş. Adam, "Altmış dört karenin birincisini bir buğday tanesi gibi görseniz, ikinci kareden itibaren hep ikiye katlayarak hesap edip verseniz yeter" demiş ve ülkenin en büyük buğday zengini olmuş.
Modern çağın zalim hükümdarları; ülkeleri, bölgeleri, hatta dünyanın her yerini "satranç tahtası" haline getirdiler. "Hükümranlık" hırslarını ve "ganimet" arzularını tatmin etmek için çok ocaklar söndürdüler, çok hayatlar bitirdiler.
Kendi ülkelerinin ve toplumlarının gafili yahut haini olan kimselere de "ganimet" vaadinde bulunarak; "şah, vezir, kale, fil, at, piyon" olma görevi veriyorlar. Kendileri hep "oyuncu" rolünü üstlenerek, kirli emellerine ulaşmanın kapısını aralayacak "oyunlar" kuruyorlar.
Hayatın bütün alanları "cephe" ilan ediliyor ve şeytanın bütün adamları "asker" olarak kullanılıyor. "Düşman kardeşler" haline getirilen taraflardan kim ne kadar ölürse ölsün, dâhilî ve haricî ortamlarda sürdürülen savaşların sonuçları her ne olursa olsun; cümle kumarlardaki ve kumarhanelerdeki gibi sonunda hep "masa" yahut "masayı kuran" kazanıyor.
Bu durumu yakınımızda da uzağımızda da görüyoruz. Taşları oyuna gelme uykusundan uyandırmak, işleri yoluna koyup huzur ve güven iklimi oluşturacak şekilde konumlandırmak için zorlu mücadeleler veriyoruz.
Evimizi ve ailemizi, ülkemizi ve toplumumuzu, dünyamızı ve insanlık âlemini kesintisiz "savaş sendromu" haline gelen gidişattan kurtarmanın yolu; "satranç tahtasında taş" olmaktan kurtulup, "oyun kuran baş" olabilmektir. Kültür ve medeniyet değerlerimizin özünü ve özetini oluşturan, insanları ve toplumları aynı "iyilik" zemininde buluşturan "herkes için huzurlu ve güvenli olmayan bir dünya, hiç kimse için huzurlu ve güvenli değildir" anlayışını ve işleyişini, hayata hâkim kılabilmektir.
Bunun için; olayların ve durumların farkında olma, "gölge oyunu" kurgusunun karakteristik yapısını bilme niyeti, gayreti içine girmeliyiz. Gözlerimizin ve gönüllerimizin önüne gerilen perdelerdeki "kukla" figürlerinin ötesine geçip, arka plandaki "kuklacı" başını ve bileşenini görmeliyiz.
Öyle bir zamanda ve zeminde yaşıyoruz ki; yedi gün, yirmi dört saat uyanık olmaya ve kalmaya ihtiyacımız var. Gaflet uykusuna dalanların, ihanet uykusunun uyuşturucusunu alanların çoğu bir daha hiç uyanamıyorlar.
Savaşları durduracak, yangınları söndürecek, acıları dindirecek yeni bir oyun icat etmek gerekir. Bu mübarek işi; "hemen değilse ne zaman, biz değilsek kim" yapabilir?
Zekeriya Erdim