Hat san'atı'nın büyük isimleri - 29
1289 hicrî yılı Kurban Bayramı'nın ilk günü (10 Zilhicce), 9 Şubat 1873'de Hattat İlmi Efendi'nin bir oğlu dünyaya geldi ve bayram şerefine adı da İsmail konuldu. O sırada Kuruçeşme'de oturuyorlardı. Küçük İsmail'in babası İlmî Efendi'den (1839-1924) geriye doğru -Türedioğulları lakabıyla tanınan- âile şeceresinde dört hattat bulunuyordu. Bunlar, Ali Şükri Efendi, Mehmed, Ömer, ve Mehmed efendiler Trabzon'un mahallî hattatları arasında yer almışlardı.
Küçük İsmail bunların altıncısı olmak yolunu seçecek; üstelik, her batında biraz daha kuvvetlenen bu âilevî san'at kābiliyeti onda en yüksek mertebesine varacakdı. İlerde Dîvân-ı Hümâyûn'a dâhil edildikden sonra -teâmül gereği- ona Hakkı mahlası uygun görüldü.
Evde devamlı olarak yazıyla uğraşan birinin bulunması ve bu şahsın babası oluşu, küçük İsmail'i hat san'atının kucağına atmışdı. Rüşdiye mektebini 14 yaşında bitirince, onu Sanâyî-i Nefîse Mektebi'ne yazdırdılar; altı sene sonra oradan ressam olarak çıkdı. Ancak, meslekî faaliyetinden fırsat bulup da resimle hayâtı boyunca pek uğraşamayan İsmail Hakkı Bey, eğer bu san'ata devâm etseydi, memleketin önde gelen ressamlarından olacağına, talebelik devri eserleri şâhiddir.
Hakkı Bey, Bâbıâli'deki Dîvân-ı Hümâyûn Kalemi'ne vazifeyle girdiğinde henüz 18 yaşındaydı. O zamanki cemiyet hayatımız, resim hususunda müsâid ve makbul bir zemîni daha bulamamıştı. Buna rağmen İlmî Efendi, kabiliyetli gördüğü oğlunu henüz birkaç yıl önce açılan Sanâyi-i Nefîse Mektebi (o devrin Güzel Sanatlar Akademisi)' ne götürüp yazdırtmakta tereddüd etmedi. Hakkı Bey, burada resim ve hâk (kazıma resim) şubelerine devama başladı. Zâten, yüz kadar talebesi bulunan mektebin mimarî şubesi daha çok tutunmuştu. Ancak yirmi kadar talebesi bulunan resim şubesinin biri karakalem, diğeri yağlıboya olmak üzere iki sınıfı bulunmaktaydı. Karakalem sınıfının hocası Varnier isminde Polonyalı, yağlıboya sınıfının hocası ise Valery isminde bir İtalyan ressamdı. Valery, resmin aslına benzemesine, desenin ince, doğru ve gerçeğe uygun olmasına, gölge ve ışıkların yerinde bulunmasına dikkat eder, menâzır (perspektif)'a da çok ehemmiyet verirdi. Benzeyiş hatâsını bile hoş görmez, tabiata ve aslına en uygun resimleri birinciliğe lâyık bulurdu.
Mektep arkadaşları arasında, ressam Şevket Dağ ve Şehzâde Abdülmecid Efendi'nin de bulunduğunu bildiğimiz Tuğrakeş Hakkı Bey'in yağlıboya çalışmalarında dilenci, manav, domatesçi, zenci, mûsevi gibi mahallî tipler göze çarpmakta ve bunlarda hocasının aradığı akademik anlayışın ötesinde bazı kıpırtılar da hissolunmaktadır (Resim 1). Bir ara, arkadaşı Üsküdarlı ressam Hoca Ali Rıza Bey'den de feyiz alan Altunbezer, eğer resimle meşgul olmağa devam etseydi, muhakkak ki bu sanatta da en az hattatlığı kadar isim bırakırdı.
Resim 1: Hakkı Bey'in Sanâyi-i Nefîse Mektebi'ndeki portre çalışmalarından.
Hakkı Bey, mektebin hâk şubesine de devam ettiği halde sıhhî sebeplerden ötürü dördüncü yılında bu şubeyi bırakmıştı. Bununla beraber, ileride hâk sanatıyle ilgili eserler de verdiğini kaydetmeliyiz. Eğer yolunuz Osmanbey'deki İnkılâp Müzesi'ne düşerse, zemin katında asılı siyah bir mermer panoda, Gazi Mustafa Kemal'in İstanbul'u ziyareti dolayısıyle 1 Temmuz 1927'de Dolmabahçe Sarayı'nda verdiği hitâbenin pirinç levhadan büyük emeklerle kesilip oyularak yazıldığını ve taşa ustalıkla tesbit olunduğunu hayranlıkla seyredersiniz. Bunu hakkâk vasfıyla hazırlayan sanatkâr da yine İsmail Hakkı Bey'dir. Yazısı ise rık'a ile Mehmet Hamdi Efendi'nindir.
İsmail Hakkı Bey, Dîvân-ı Hümâyûn kaleminde önce Muhtar, sonra Sâmi (1838-1912) efendilerden tuğra çekmesini iki senede öğrendi. Bâbıâli'de ikinci tuğrakeşlikden sonra birinci tuğrakeşliğe yükseltilen san'atkârımıza bu unvân bir alâmet-i fârika oldu ve artık "Tuğrakeş Hakkı Bey" nâmıyla anıldı.
Dîvân-ı Hümâyûn'dan çıkan fermân, berât ve menşûrların metni de, dîvânî ve celî dîvânî ile yazılırdı (Resim 2). Bu yazı nevîlerinin inceliklerini de Sâmi Efendi'den öğrenen Hakkı Bey'in sülüs hattındaki kemâl derecesi hakkında, dâire arkadaşı Reisü'l-hattâtîn Kâmil Efendi (1861-1941) dermiş ki: "Hakkı Bey, dâirede yanımda oturur ve ben yazarken göz ucuyla bakardı. Sülüsü öyle öğrenmişdir". Siz şu kābiliyet ve irfânın derecesine bakınız!
Resim 2: Tuğrakeş Hakkı Bey'in Sultan Mehmed Reşad tuğrasını çektiği, dîvânî ve celî dîvânî ile metnini yazdığı zer-endûd berât
Sülüsün en mütekâmil ve zor şekli olan celîyi de Sâmi Efendi'den ilerleten Tuğrakeş Hakkı Bey, Dîvân-ı Hümâyûn'daki resmî vazîfesinin yanı sıra, bâzı mekteblerde yazı ve resim hocalığında bulundu. 1915'de açılan Medresetü'l-Hattâtîn'e celî sülüs ve tuğra muallimi oldu. Burada yetişdirdikleri arasında en meşhurları Mâcid Ayral (1891-1961) ve Halim Özyazıcı (1898-1964) merhûmlardır.
Ankara'da Millî Hükûmet kurulunca Hakkı Bey'in 33 yıl emek verdiği Bâbıâli lağvedildi. O da Medresetü'l-Hattâtîn'deki hocalığı ile yetindi. 1928'de yeni harflerin kabûlüyle kapatılan bu öğretim müessesesi, Şark Tezyînî San'atlar Mektebi adı altında yeniden açılınca, hüsn-i hat dışındaki san'atlardan tezhîb, cild, minyatür, ebrî ve kâğıd terbiyesi öğretilmesine devam edildi. Burada, Hakkı Bey'i farklı bir hüviyetle görüyoruz: Müzehhiblik. Benzerine az rastlanır derecede bir fırça ve kalem hâkimiyetine sâhib bulunan Altunbezer, gençliğinde önce babası İlmi Efendi'den, sonra da mücellid ve müzehhib Bahaddin (Tokatlıoğlu, 1866-1939) Efendi'den bezeme san'atını biraz öğrenmiş, ancak klâsik vâdideki tezhîb çalışmalarından ziyâde, Hezargrâdî Ahmed Atâullah isimli müzehhibin isminden kinâye olarak "Atâ yolu" denilen XIX. asır Türk Rokokosu üslûbunda eserler vermişdir. Desen husûsunda da Usûl-i Mî'mârî-i Osmânî (İstanbul 1873) isimli kitabda Montani tarafından çizilen bozuk örnekler ona rehberlik etmişdir.
Şark Tezyînî San'atlar Mektebi, 1936'da Güzel San'atlar Akademisi'ne bağlandı. Altunbezer, 1945 yılı Mart'ına kadar burada Türk Tezyînî San'atları şûbesindeki tezhîb muallimliğine devâm etdi. Midesinde çıkıp da içinden sinsice kemiren o menhus hastalık, dağ gibi vücûdunu eritdi ve 19 Temmuz 1946 cuma günü hayâta gözlerini yumdu.
Tuğrakeş Hakkı Bey, eskilerin "hezârfen" dedikleri cinsden, çok cebheli bir san'atkârdır. Ta'lîk hattı dışındaki her cins yazıyla uğraşmışsa da, bilhâssa celî sülüs, tuğra, dîvânî ve celî dîvânî nevîlerinde eserler vermişdir. Gelmiş geçmiş hat san'atkârları arasında onun seviyesinde yazanlar elbette vardır. Bunların içinde Altunbezer'in husûsiyeti, esâsı terkîbe dayanan celî sülüsde ressamlık kudretiyle bulduğu zengin istif şekilleridir (Resim 3, 4 ve 5). Denilebilir ki, hazırladığı bütün yazı istifleri kendisine hāsdır, kimsenin taklîdi değildir. Hakkı Bey'in sülüs-nesih hattıyla da eserleri vardır, lâkin azdır.
Resim 3: Tuğrakeş Hakkı Bey'in "Rütbelerin en yücesi ilim rütbesidir" meâlindeki kelâm-ı kibâra giydirdiği fevkalâde celî sülüs istif. (Tezhîbi: Muhsin Demironat).
Resim 4: Tuğrakeş Hakkı Bey'in zer-endûd olarak yazıp kendi üslûbunda bezediği bir celî sülüs istifi.
Resim 5: Tuğrakeş Hakkı Bey'in zer-endûd olarak yazıp kendi üslûbunda bezediği bir celî sülüs istifi.
Hakkı Bey, 1898 yılında babası ile beraber Üsküdar'ın Çiçekçi semtine taşındı. Kendisi, doğma-büyüme Üsküdarlı olan Hezârfen Hâfız Necmeddin Okyay (1883-1976) ile büyük yakınlık kurarak gelenekli san'atlarımızın âdetâ canlı bir akademisi gibi faâliyet gösterdiler. Çünkü farklı sâhalarda ihtisas sâhibi oldukları için bu tavsîfi hakketmişlerdir. Hakkı Bey'in bunu ifâde eden bir sözünü nakletmeliyim: "Hâfız bensiz, ben hâfızsız on para etmeyiz!".
Devrinin meşhur gül yetişdiricilerinden olan Altunbezer, ne yazık ki san'at hayâtının en olgun devrini -kendisine bir sipariş verilmediği için- eser vereceği yerde, geçim kaygusuyla yazı sahtekârlığı konusunda bilirkişi olarak mahkemelerde geçirmeğe mecbur kalmışdır.