Bir önceki yazıda "teklif" merkezli dini hayatın yol açabileceği pragmatik tutumun Müslüman toplumlarda bilim ve düşünce hayatını daraltabileceğine değinmiş, tabiat ve varlık araştırmasını yönlendirebilecek güçlü merakın ortaya çıkmasındaki güçlüklere işaret etmiştik. Haddi zatında bu sorun geçmişte kalıp aşılmış değildir. İlk nesillerce tahkim edilmiş sorunun kaotik sonuçları hali hazırda farklı boyutlarıyla ve bütün canlılığıyla yaşanmaya devam etmektedir. Dini bilgi ile doğa bilimler ilişkisinin nasıl kurulacağı bir mesele olduğu gibi doğa bilimlerinin gerçekte niçin yapılması gerektiği hakkında da açık ve tutarlı neticeye varamıyoruz. Bu meyanda doğadaki 'ayetleri' çözmek veya 'sünnetullah' diye tabir edilen Allah'ın yasalarını araştırmak şeklinde bulunan çözümler bilinen bir takım sonuçlara götürmenin ötesinde netice vermemiştir. Bunun neticesinde ise Müslüman toplumlarda ciddi ölçüde zihinsel ve ahlaki açmazlar ortaya çıkmıştır. Bir bilim adamı çalıştığı disiplin ile ilişkisini nasıl kuracak veya elde ettiği birikim ile din arasında nasıl bir irtibat kuracaktır? Bilimde uzman iken dinde 'ümmi' olarak mı davranacaktır? Müslüman toplumlarda dinin görece etkinliğini sürdürdüğü zümreler bünyesinde yaşanan ikilemlerin ana sebeplerinden birisi bu bahisteki belirsizliklerdir. Bir biyolog, bir doktor, bir matematikçi, bir hukukçu, bir psikolog vs. kısaca çağdaş eğitimin imkanlarıyla yetişen insanlar niçin bilim yapacaklar, bilim yaptıktan sonra meslekleriyle ve dinleriyle nasıl irtibat kuracaklardır? Bir biyolog ile Kuran-ı Kerim'de insanın yaratılışından söz eden ayetleri nasıl yorumladığını konuşmak istediğimde 'bilim kafir, ayet-i kerime hakkında ondan hareketle nasıl konuşayım?' dediğini hatırlarım. O konuşmada ilahiyatçı olan kişi 'hoca', biyolog ise ayet hakkında konuşma imkanı karşısında 'ümmi' haline gelen birisini temsil ediyordu. Bilmediği ayetler değildi; bildiğiyle okuduğu metin arasında nasıl irtibat kuracağı idi. Bu sorunu belli sanatlar ve meslekler görece aşmış görünmektedir. Özellikle tıp gibi kendini bir vakıa olarak kabul ettirebilen alanlar, 'umumi fayda' ilkesi zaviyesinden meşruiyet sorununu çözmüş görünmektedir. Fakat modern bilimlerle din arasındaki ilişki sorunu kadar bizatihi bilimi niçin yapmamız gerektiği hakkında dinden kaynaklanan güçlü gerekçe bulmadaki sorun çözülmüş değildir. Bunun neticesinde ise insanlar bazen kendilerince çözüm bularak meseleyi hallolmuş saymaktadır veya ikilemde kalmaya devam etmektedirler. Ancak bu ikilem geçmiş zamanlara göre daha büyük bir ikilem olmuştur. Çünkü bu kez sadece bilimde 'yabancılaşma' yaşanmıyor, o bilimlerle birlikte yaşanan toplumlar ve modern kurumlarda da yabancılaşma sorunu devam etmektedir. Müslüman toplumlarda bu sorunun aşılması dinin insanla ilişkisinde mühim bir nokta olacaktır. Bilimin kendisine kuşku ile yaklaşmak, hatta onunla din arasında fark görmek büyük sorun teşkil etmeyebilir; haddi zatında bilimde kuşku bilimin gücüdür. Fakat bilimle elde edilen meslekte o kuşkuları sürdürmek ve mesleğe yabancılaşmak beraberinde ciddi ahlaki sorunları getirir. Çünkü biz varlıkla ilişkimizi mesleğimizle kurarız ve ahlakımızı şekillendiren mesleklerimizdir. Oradaki ikircikli tutumlar bizi gerçeklik düzleminden uzaklaştırarak 'Araf'ta' asılı kalırız.
Bununla birlikte sorunun modern bilim ve toplumlara mahsus arızi bir sorun olduğunu hesap etmek de ciddi bir hatadır. Özellikle 'İslam bilimi' tartışmalarının yapıldığı yirmi-otuz sene öncesinde sorunun modern çağa mahsus olduğu çok fazla vurgulanmıştı. Bilhassa Rene Guenoun'un doğru okunmamış olması -Türkiye özelinde- yanılgıyı besleyerek modern dünya eleştirilerini hamasete ve duygusallığa kaydırmıştı. Bu bahiste ciddi hatalardan birisi de bilim ile din arasındaki çatışmanın Hristiyan dünyaya mahsus bir 'ortaçağ körlüğü' olduğu yanılgısıdır. Bilim ile din ilişkisi dinlerin ciddiye alındığı dönemlerde hiçbir zaman çözülmüş bir sorun olmamıştı. İslam tarihinde özellikle erken dönemden itibaren din bilimlerinin yol açtığı bir tür 'laiklik' olduğunu söylemek gerekir. Din bilimleri ile doğa bilimleri ayrımı makul bir ayrım olarak görülüyor, dini kesimlerde dikkat tamamen dini bilimlere veriliyordu. Üstelik dinin belirli disiplinlerinde ve ekollerinde bu ayrım uzlaşmaz bir noktaya taşınarak, doğa bilimlerine meşruiyeti olan 'bilim' olarak bakılmıyordu bile. Din bilimleri ilahi kitaptaki hükümlere odaklanınca, öteki alanlardaki bilimsel çabalar 'icazet' ile ve belirli amaçlarla sınırlı olmak üzere yapılabilir hale gelmişti. O halde ortada büyük bir sorun vardır ve bu sorun çağımızda sadece daha güçlü bir şekilde 'görülür' hale gelmiştir.
Bu sorunun çözümünde iki temel yaklaşımdan gitmemiz bir imkan arayabilir: Birincisi insanın zihinsel ve entelektüel gelişimiyle din-dindarlık arasındaki irtibatı doğrusal kurmak gerekir. İnsan zihnen ve entelektüel bakımdan geliştikçe, dini daha iyi anlayabilecek, din ile daha sahih ve güçlü ilişki kurabilecek, kendini ve Tanrı'yı daha iyi tanıyabilecektir. Bu yaklaşımın bazı sorunları olduğu vakıadır. Bu meyanda söz gelişi 'kocakarı imanını' savunmak, ümmiliği yüceltmek, bu yaklaşımı temelden iptal eder. Bunun yanı sıra insanın zihinsel ve entelektüel terakkisinin yolları ve neticeleri hakkında nesnel hükme varmak zordur. Fakat her şeye rağmen gitmemiz gereken noktalardan birisi budur: Hakikati talep etmek insanı varlığa ve Tanrı'ya yaklaştırır. Bu alandaki sorunu çözebileceğimiz ikinci yaklaşım ise Allah-alem arasındaki ilişkinin varlık üzerinden tesis edilmesidir. Bu yorum daha önce dini düşünce geleneğinde muhakkik sufilerce 'vahdet-i vücûd' kavramlaştırılmasıyla yapılmıştı. Fakat kelam-fıkıh geleneğinin müstağni tutumu bu alandaki yaklaşımın gelişmesini engellemişti. Çağdaş Müslüman düşünce bu mirastan hareketle yeni yorumlarla–ki Said Nursi'de bunun bazı izlerini görebiliriz- bütüncül bir zihne ulaşmanın zemini keşf edilebilir.
Cüneyd-i Bağdadi şöyle demişti: 'Sen kendi tekliğinle bir olmalısın.' Onun tevhit anlayışına göre, insan parçalanmayı aşıp birliğe ulaşmadan tevhidi idrak edemez.