Metafizik üzerinde okuyan-yazanlar, bir düşünceyi veya disiplini yüceltmek istediklerinde onu 'mebde ve mead bilgisi' vermekle nitelerler. Bir düşünce veya özellikle de din insana mebde ve mead sorusuna dair cevap veriyorsa, zihnin özel bir ilgisine mazhardır, öteki disiplinlere göre güçlü bir koruma kalkanı elde ederek beşeri uğraşlar arasında vazgeçilmez imtiyaz kazanır. Modernleşme ile birlikte hakikat ile bağının zayıfladığı düşünülen dinin zamanı aşan kıymetini korumak isteyen müminler dine böyle bakarak onu 'mebde ve mead' sorusunun cevabını bulabileceğimiz bir kadim kaynak olarak mütalaa ettiler. Din mebde ve mead sorularına cevap veriyorsa, her şeyden önce Tanrı ile insan ilişkisini daraltan normatif geleneklerin sığ ve tarihselci yaklaşımlarını aşarak tümel bir zeminde yeniden düşünme imkanı bulabiliriz. Böyle bir cevabı havi hiçbir inanca ve düşünce sistemine insanın bigane kalması beklenemez. Öte yandan dinde böyle bir imkan söz konusu ise zaman, mekan ve kültürel unsurlar dini tahdit ve daha önemlisi hiçbir şekilde tehdit edemez, onun insan ve hayat ile bağını kesemez. Mebde ve mead bilgisine haiz din, insanın 'insan' olmak bakımından yüz yüze geldiği temel sorularına sahici – her zaman ikna edici olmasa bile – ve değerli yaklaşımlar sunabilir. Çağımızda birçok Müslüman aydının zihninde din, bir mebde' ve mead (başlangıç ve sonuç) yorumu olarak müstesna konumunu muhafaza eder.
Meseleye biraz daha yakından bakmaya çalışalım: Din insanın en asıl ve en ciddi merakına cevap verebiliyorsa, yaşadığımız zaman ve mekan şartlarıyla bağdaşmayabilecek bahisler ve özellikle de normatif hükümler bir anda arızî meselelere dönüşerek ikincilleşir. Geleneksel olarak fıkıh içindeki 'gayeci' yaklaşımla ilişkilendirilebilecek böyle bir yaklaşım bize tarihin tortuları ile sahih dini ayrıştırabileceğimiz sağlıklı yöntemi kazandırabilir. Normatif geleneğin doğa ve toplum ilişkileri başta olmak üzere insana dair hemen her bahiste sorumlulukları odağa alırken daralttığı ufkumuzu din bilimleri dahilinde biraz kelam, daha çok da tasavvufun deruhte ettiği böyle bir yaklaşım genişletmeye çalışmıştı. Bu itibarla dinin amacı asıl insanî sorunlarımıza cevap teşkil etmek ise dinin zaman-üstü yönü daha güçlü bir şekilde öne çıkarak din ile hayat-insan arasındaki bağ hiçbir zaman tezyif edilemez.
Bu meyanda dini bir mebde ve mead yorumu saymanın getirebileceği imkanlar iki açıdan ele alabiliriz: Birincisi Şari Teala dini insanların en çok merak ettiği sorulara cevap olsun diye göndermişse din insanlığın herhangi bir zamanda bigane kalabileceği bir şey olmaz. Burada normatif geleneğin hareket noktasını belirleyen 'yükümlü insan' yerine 'natık-düşünen insan' anlayışını ikame ederek daha üstün bir insan telakkisi anlayışı ortaya çıkar. Hiç kuşkusuz insanın natık olması ile yükümlü olması arasında güçlü bir ilişki vardır; fakat yine de insanı salt 'natık' bir varlık şeklinde – yükümlülük sebebi olmak üzere akıllı değil – düşünmek ile onun temel insani sorunlarını ihmal ederek yükümlü saymak arasında fark vardır. Din için insan öncelikle 'natık' bir varlık ise başta kendi yaşam gayesi olmak üzere, hayat, evren hakkında herhangi bir şekilde 'amele dönüşmesi beklenmeyecek' fikirleri olabilir (nazari düşüncenin esası 'amele dönüşmeyen bilgi' alanıdır) ve bu fikirler insanın zihnen gelişmesinin zemini olabilir. Din bize böyle bir bilgi veriyorsa, insanı herhangi yükümlü kılmanın öncesinde, onu kendini, doğayı ve bütün varlığı merak eden 'düşünen' bir canlı olarak tasavvur ettiğini kabul ediyor demektir; hepsinden önemlisi din bu merakı teşvik ediyor olmalıdır.
Peki gerçekten din insana bir mebde ve mead bilgisi verir mi? Bu soru cevabı kolaylıkla verilebilecek bir soru olarak kabul edilemez. Her şeyden önce birçok çağdaş veya tarihten tevarüs edilen 'kabuller' yeniden tartışılmak zorundadır: Din bir mebde ve mead bilgisi içeriyorsa, başta evrenin varlığı olmak üzere, alemin ve insanın var oluş keyfiyeti hakkında bilgilendirmeyi gerçekten önemsiyor olmalıdır. Üstelik bu bilgi bir kabul şeklinde değil, insanın merakını tatmin edecek, en azından tahrik edebilecek düzeyde ve derinlikte olmalıdır. Bunun öncesinde ise başıyla sonuyla varlığı tanıma merakını zihinsel bir görev olarak insana yüklemesi beklenir. Başka bir ifadeyle her insanı mebde ve mead bilgisiyle sorumlu tutması veya en azından ona bunu tavsiye ediyor olması beklenir. Bir mesele dince ele aldığında, her insanı meselenin parçası haline getirebilecek bir üslupla onu ele alır. Bu meyanda din ile - özellikle Hristiyanlık ve İslam - kabiliyet eksenli dinlerin ve felsefenin temel farkı budur. Din dikkati Tanrı ve O'nun lütfuna teksif ederek bütün insanların hakikat ile ilişkisini Tanrı'ya dayalı olmak üzere kurar. İnsan kabiliyetini esas alan seçkinci dinler ve felsefeler ise insanlar arasında temel bir ayrım yaparak hakikate ehil olanlar ile olmayanları iki ayrı zeminde değerlendirir. Böyle düşünceler ayrıcalıklı insanlar için mümkün iken kabiliyetsiz insanlar yeryüzünün yükleri olarak görülür. İslam'da – kısmen de Hristiyanlıkta - sözün hakiki anlamıyla seçkin-avam ayrımından söz edilemez. O zaman din mebde ve mead bilgisi taşıyorsa, bunu hangi bakımdan taşıdığını ve her insana aynı cevabı verip vermediğini soruşturmamız gerekir.
İkinci mesele ise dinin mebde ve mead yorumu verdiğini kabul ettiğimizde, bu bahiste gerçekte ne söylediğini bilmemiz lazımdır. Din bize başlangıcımız hakkında ne söyler, bize sonumuz hakkında ne söyler?
Bir sonraki yazıda –belki yazılarda- bu soru üzerinde durabiliriz.
Ekrem Demirli