Arama

Sesli dinlemek için tıklayınız.

"İbadetleri yerine getirirken insan kendini özne olarak mı kabul edecektir?" sorusunun cevabını aramaya devam ediyoruz. Bu meyanda nihai cevabımız, ameli, sıradan ve olagelenin dışına çıkmak şeklinde yorumladığımız 'eylemsizlik' olacaktır, bunu önceki yazımızda belirtmiştik. "Amel yapmak şeklinde dile gelen ifadeler gerçekte bir yanılsamadır, burada kastedilen selbi bir eylem, yani hareketsizliğe doğru çekilmedir" dedik. Böyle bir yaklaşım birçok kişiye şaşırtıcı gelse bile haddi zatında dini düşünce geleneğinde aşina olunan bir düşüncedir. İnsan, zihnimizin günlük hayat telaşesinde şekillenen algılama kalıplarıyla dine bakınca, dini hayatı, sorumluluklar, fiiller, ameller, ahlak vs. sürekli bir koşuşturma ve çabalama şeklinde telakki eder. Halbuki durum tam aksidir. Dini hayat bizi, günlük telaş ve koşuşturmalarla unuttuğumuz ve ihmal ettiğimiz bir hakikati 'durarak' hatırlamak, idrak ve müşahede etmek üzere beklemek için eylemsizlik anına çıkartır. Bu yaklaşım nihai formunu sufi düşünürlerde kazanmış olsa bile, Ehl-i sünnet geleneğinde çeşitli şekillerde işlenmiştir. Haddi zatında amele bu şekilde bakmak Ehl-i sünnet'in reddetmeyeceği bir düşüncedir.

İnsanın fiillerinde gerçek bir özne olabilmesi için Tanrı'nın ona irade ve özgürlük alanı açmış olması gerekir. Böyle olunca, bu kez Tanrı'nın kendi iradesini ve kudretini sınırlaması gerekir. Ehl-i sünnet bu ikisi arasında bir yol bulunabileceğini kabul etmedi. Başka bir anlatımla, insanın özgürlüğü için mutlaka Tanrı'nın kudret ve iradesinin sınırlanması gerektiğini öngördü. Buna mukabil de kendini sahih dini düşüncenin odağı kılan bir refleksle hareket etti ve dini hayatta yükümlülük-özgürlük (gerçekte özgür değilken yükümlü olmak) paradoksunu kabullenerek, Tanrı'nın kudret ve iradesini tevhidin gereği saydı. Bunun anlamı şudur: Tanrı'nın kudret ve iradesini tespit edebilmek için insanın özgürlüğünü izah etmede çelişkiye düşmek gerçek bir mesele değildir.

Ehl-i sünnet 'özgürlüksüz yükümlülük' bahsinde ortaya çıkan belirsizliği aşmak üzere ilginç bir kavram geliştirdi. Kavram ilginçtir, çünkü hem yeni ve yaratıcı bir tabirdir hem de içeriğini ancak pratik ve pragmatik yolla doldurabileceğimiz bir anlamı haizdir. Ehl-i sünnet'in bu meyanda düşünceye getirdiği yeni kavram 'kesb'dir. Kesb öyle bir kavramdır ki, başka dillerde doğru anlam vermek bir yana kendi bağlamında bile hiçbir zaman anlaşılamaz. Öyle ki belirsizleşen bir işi anlatmak üzere "Bu iş Eşarilerin kesbine benzedi" denilir. Hiç kuşkusuz burada ilk kez bir paradoks görüyor değiliz.

İşte kesbe bu çerçeve dahilinde bakmak gerekir: Basit bir gözlemle meseleye yaklaşınca ya özgürüz ya değiliz, fiilleri ya yapıyoruz veya yapmıyoruz diyebiliriz. Böyle açık bir yaklaşımı Ehl-i sünnet'te bulamayız. Buna mukabil bize verilecek cevap ne özgürüz ne değiliz, ne yapıyoruz ne yapmıyoruz gibi paradoksal ve açık anlatımı olmayan bir cevaptır. Sağduyu burada tam bir açmaza düşecektir ki, Ehl-i sünnet'in istediği de budur: Alışagelmişle ezberler oluşturan ve kalıplara sıkışan zihin bir sarsılma, tereddüt veya tevakkuf haliyle din ile irtibat kuracaktır. Çünkü biz, bir şey yaparak Tanrı'yı tanımayacağız veya O'nu biz bulmayacağız; O'nunla buluşunca veya O'nu bilince bir şey yapacağız, bize kendisini O bildirecek, dindarlık O'nun fiillerimizle ilişkisiyle şekillenecektir. Tanrı'yı fail ve irade sahibi olarak tanıyan insan en azından ibadet ve ahlak hayatındaki öznelikten uzaklaşır, yeryüzündeki gerçek yerimizin edilgenlik olduğunu idrak etmeye başlar. Kesb tam da bu düşme halinin ismidir. O zaman kesbi konuşmak, Tanrı'yı bulmayı ve bilmeyi konuşmak, O'nun fiilini dikkate alarak kendi fiilimizle O'nun fiili arasındaki sürekliliği hesaba katmak demektir. Böyle bir durumda fiillerimizin öznesi olarak kendimizi kabul etmek, Tanrı'nın iradesini ve kudretini sınırlamak demektir. Böyle bir düşünce en azından işin başında deist bir telakkiye bize götürür ki Ehl-i sünnet'in kadir-i mutlak fikri tam olarak bunun reddi demektir. O zaman kesbi iradeli ve kudretli Tanrı'ya inanmış insanın 'eylemsizliği' idraki gibi düşünmek gerekir.

Peki insan ile Tanrı'nın aynı fiilde buluşmasını açıklama sadedinde ortaya çıkan bu kesbi nasıl anlayacağız? Kanaatimce dindarlığın bu kilit kavramının anlaşılması, ibadetin ahlaka dönüşmesiyle ortaya çıkan bilgiyle ve akılla (marifet) mümkündür. Buna Hristiyan teologların 'imanın bilgiyi öncelemesi' tabiri üzerinden bakılabilir.

Yaygın dini hayatta Ehl-i sünnet'in kesbine Mutezile'deki fiil anlamı verilir, bunda tereddüt yoktur. Herhangi bir Müslüman için kesb özel bir anlam taşımaz, ibadetleri yapmak anlamıyla özne olmaya işaret eder. Bu seviyede Ehl-i sünnet'in, ilahi irade ve kudreti sınırlayan özgürlükçülükten ayrışmada dil düzeyinde başarısız kaldığını söylemek gerekir. Dini hayat içerisinde akıl ve idrak yeniden şekillenir, akıl doğal kalıpların dışına çıkarak yeni ilkelerle düşünmeye başlar. Bu itibarla Ehl-i sünnet'in içindeki bazı ekollerde ibadet ile ahlakın yeni bir akıl inşa edebileceğine dair düşünceler kabul edilmiştir. Namaz bize öğretir, oruç bize öğretir, hac bize öğretir ve dindarlık başka bir akıl oluşturur. Bir hadis-i şerifte geçen 'dinde fakih olmak' ifadesi bu anlamda olmalıdır. Böyle bir akılla birlikte kesb Mutezie'deki 'fiil (yapmak)' anlamından uzaklaşarak edilgenliğe doğru bir anlamla idrak edilir. En sonunda İslam kelimesi, 'ontolojik bakımdan daha gerçek, daha üstün ve daha doğru hakikate teslim olmak' ile nihai anlamını kazanır. Kesb irade ve kudret sahibinin fiili karşısındaki duran ve bekleyen halimizi anlatır.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN