Arama

Ekrem Demirli
Mart 24, 2022
Mavi gözlü mülteciler: Din olmaksızın insanlık değerleri ayakta kalabilir mi?
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Ukrayna'dan Avrupa ülkelerine büyük bir göç başlayınca, batılı siyasetçiler ve gazeteciler 'bunlar bizim gibi sarışın ve mavi gözlü' diyerek yeni göçmenleri ötekilerle karıştırmamak konusunda kamuoylarını uyarmak ihtiyacı hissettiler. Bir toplumun insani değerlerini tahrik etmek üzere kandan ve biyolojik bağlardan söz etmek iyi bir zihinsel seviye değildir diye düşünerek bu tutumu bir işgüzarlık ve acullük olarak kabul etmek ne iyi olurdu. Lakin Avrupa toplumu hangi seviyeye gelirse gelsin öteden beri içlerine yerleşen ırkçılık ve faşizmin izleri kendini bir şekilde koruyor, böyle kriz durumlarında toplumun 'derin doğası' ırkçılık şeklinde kendini dışa vuruyor. Göç meselesine böyle yaklaşmak Müslüman kamuoyunda rahatsızlık oluşturdu, daha doğrusu oluşturmuş olması gerekirdi. Zayıf ve çaresiz insanlar arasında ırk temelli bir ayrım yapabilmek, 'her durumda eşitsizlik' ilkesinin korunduğunu ve 'bazı insanların daha çok insan' sayıldığını bize gösterdi: İnsanlar eşit doğmuyor, eşit yaşamıyor ve eşit ölmemelidirler. Aklımızı ve ahlakımızı koruyabilmek için reddetmemiz gereken ilk şey, bu ayrıştırma olmalıdır.

Epey bir zamandır yeryüzünde göç, iltica denilince akla Müslüman coğrafya ile önemli bir kısmı Müslüman olan Afrikalılar geliyor. Müslüman toplumların itibarlarını hak ile yeksan eden mazeretli mazeretsiz göç sorunu, en sonunda bir Amerikan uçağının kanadından düşen iki Afganlı ile (her insanın ölümünü insanlığın eksilmesi sayan birisi olarak bende öfke dışında bir duygu oluşturmadı o sahne) birlikte aşağılanma en ileri raddeye varmış oldu. Batılı gazeteciler işte böyle bir algı ile karşılanan Müslümanlardan kendilerini ayırt etmek üzere, 'bunlar bizim göçmenlerimiz' deme ihtiyacı hissederek, biyolojik aidiyet ve ırkçılık üzerinden Avrupa tanımını toplumlarına hatırlatmış oldular.

Aslında bu söylenen sözler anlamsız, anlamsız olduğu kadar hiç bir işe yaramayacak boş lakırdılardır. Son yıllarda siyaseti ve toplumu yönlendirme aracına dönüşmüş olan göç korkusu 'mavi gözlüler' hatırına ortadan kalkacak değildir. Göçmenler ciddiye alınabilir sayıya ulaşıp Avrupa toplumunun huzuru bozulmaya başladığında, mavi gözlüler de öteki göçmenlerle aynı muameleyi görecek, onlar da yük mesabesinde kabul edilecek, kendi ülkelerinde kalmalarının gerekliliği konuşulacaktır. Fazıl Hüsnü'nün 'halay çekilen toprak bu toprak değil' dediği gibi yeryüzü özellikle de Batı -her kim olursa olsun- yoksulları, kimsesizleri barındıran, evlerini ve imkanlarını onlara açabilen, öteki insanları merhametle karşılayan insanların yaşadığı yerler değildir. Son iki asırdır köprünün altından çok sular aktı ve akan sularla birlikte değerler, erdemler erozyona uğradı. Bu nedenle göçmen sayısı belli bir orana ulaştığında veya siyaset farklı bir söylemi iktiza ettiğinde, tıpkı Müslüman mültecilerden şikayet ettikleri gibi mavi gözlülerden de şikayet edeceklerine şahit olacağız, onları da nefretle karşıladıklarını göreceğiz. Bu neden böyledir diye düşünebiliriz: Kanaatimce burada belirleyici olan din ve onunla irtibatlı olmak üzere metafizik, ahlaki değerler alanında yaşanan çözülmedir.

Din olmadan insanlık değerleri ayakta durabilir mi?

Böyle bir soruya 'hayır duramaz' diye cevap vermek veya insanların bütün erdemlere din sayesinde ulaşabildiklerini söylemek, haklı bir tespit olmayabilir, en azından ikna edici delillerle kanıtlanabilecek bir söz söylemiş olmayız. İnsanlar dünyanın her yerinde ve döneminde dindarca yaşamış değillerdir; din de toplumlara güçlü bir şekilde etki etmiş değildir. Bu nedenle bütün değerleri dinde toplamak ve her iyiliği dinden görmek Allah'ın yarattığı insana haksızlık olacaktır. Bu yönüyle toplumlar veya bireyler her zaman kendi değerlerini geliştirebilecek yollar aramış, akıl ile ahlak arasındaki ilişkinin gereği olmak üzere, her zaman daha iyi, daha doğru ve daha güzelin peşinde olmuşlardır. Haddi zatında din de insanın bu iyilik arayışının neticesi olarak ortaya çıkıyor, ona rehberlik ediyor fakat aynı zamanda insanileşme sürecinde insanın gelişiminin bir parçası haline geliyor.

Bununla birlikte insanlık tarihine baktığımızda dinin değerleri daha güçlü bir şekilde koruyabildiğini görüyoruz. Bu yönüyle dinin bazı ilkeleri değerlerin korunmasında ve toplumun her kesimine ulaştırılmasında çok önemli rol oynuyor. Bunlardan birincisi, güçlü bir Allah inancıdır. Bir dini din kılan şey hiç kuşkusuz Allah inancıdır. Dinde hiçbir mesele iman ile eşit kabul edilemez, Allah'a iman da başka hiçbir konuya irca edilemez. Allah'a iman bize birçok ahlaki ilkeyi kazandıran kurucu ve genel ilkedir. Her şeyden önce ben kimim sorusunun cevabı Allah'a imanda bulunur. Allah bütün alemin sahibi ve rabbi ise ben de O'nun özenle yarattığı bir kulum. Dini hayatta ahlakın en önemli ilkelerinden birisi budur. Öte yandan bu durum her insan teki ile ben arasında güçlü bağlar, ilişkiler kurarken öteki insanı benim bazen kardeşim, bazen aynam, bazen daha ileri giderek bizzat ben olarak telakki etmemi sağlar. Hiç kuşkusuz toplumlar, dini her zaman bu seviyede yaşama iradesinde olmazlar; onlar için din hayatın bir çok kurucu unsurundan sadece birisi, belki bir çok durumda birincisi bile değildir. Fakat din menkıbelerle, hayali harekete geçiren anlatımlarla insanlar arasında vazgeçilmez köprüler inşa eder, insanlar arasındaki ilişkiyi merhamet, yardımlaşma üzerinden kurmanın gerekliliğine onları ikna eder.

Bu meyanda din, bütün insanlar arasında evrensel kardeşlik duygusunu yerleştirmek istemiş, bunda da bir ölçüde başarılı olmuştur. İnsanlığın tek atadan türemeleri inancı bile başlı başına bu kardeşlik fikrinin yayılmasının en önemli unsurlarından birisi idi. Bu meyanda akla gelebilecek ikinci bir unsur ise ahiret ve ölüm meselesidir. Dinin en ikna edici yanı hakkında hiçbir bilgimiz olmayan ölüm ve öte dünya inancından gelir. Bu durum, yani bir yandan Tanrı'ya iman öte yandan ölüm bilgisi, insanlar arasında gerçek eşitliği temin edebilecek yegane ilkelerdir: Doğarken eşit, ölürken eşit ve yaşarken eşitlik!

Kuşkusuz çağdaş ideolojiler bu özelliğinde dini taklit etmek istemiş, daha doğru bir anlatımla dinin inanç üzerinden kurduğu ilişkiyi 'dünyevi gayeler' için tesis etmek istemişlerdir. Fransız devriminin akabinde gelişen değerler manzumesi tam olarak bunu amaçlıyor, insanlığa bunu tebliğ ediyordu. İnsanların en çok sevdiği kavramlar olan eşitlik, kardeşlik, özgürlük gibi kavramlar dinin gerçek bir insan olmanın gerekleri olarak önümüze koyduğu erdemlerdir. İdeolojiler benzer konuları anlatmaya başlayınca insanlardan büyük bir hüsnü kabul ve teveccüh görmüş, 'cennet yeryüzünde kuruldu' umudu kitleler arasında yayılmış, bu uğurda mücadele etmek son asrın en erdemli işi olarak görülmüştü. Fakat hiçbir zaman bu umut hakikate dönüşmedi, 'gök yüzündeki cennet yeryüzüne inmedi.' Neden? Çünkü cennet ancak Tanrı'ya iman etmekle var olabilir, insanlığın aradığı değerler Tanrı'ya iman ile varlık kazanır, hayal gerçeğe Tanrı ile sahih ve gerçek bir ilişki ile dönüşebilir. Tanrı'nın yerine başka bir şey konulabilir mi veya konulunca 'cennet' kurulur mu? İnsanlar uzun zamandır bunu arıyor, fakat henüz bulabilmiş değiller. Tanrısız bir cenneti bulup bulmayacakları bir yana dindar bir insanın böyle bir meseledeki tutumu ve tavrı açıktır: Cennet Tanrı'yı görmektir.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN