İbadet, insanın Allah'ın mutlak kudreti karşısında zelil ve yoksul olduğunu idrak halidir. İbadetle ilgili açıklamalarda bu zillet sürekli dile getirilir, kelimenin kökeninden hareketle değersizlik ile kulluk arasındaki ilişki tesis edilir, insanın ilahi irade ve kudret karşısında 'zelil' olduğunu idrak etmesi ibadetin zirvesi kabul edilir. Vakıa insanın varlık bakımından yoksul ve aciz olduğunu biliriz de 'zelil' olmayı ibadetin gereği saymayı kolayca anlamayız. İnsan sınırsız ve mutlak bir kudret karşısında niçin zelil olsun ki veya böyle bir zillet halini idrake niçin ibadet denilsin ki?
İbadetin ne olduğunu beyan eden hemen bütün tabirler, zillet halinin çeşitli yönlerini açıklar. Bu itibarla bir ibadeti 'ibadet' kılan ana unsur, ilahi kudret karşısında 'zelil' olmayı idrak iken ibadetin en kıymetli anı, bu zilletin tam olarak göründüğü andır. Mesela namazda zillet halinin göründüğü an veya yer secde olabilir. Bu itibarla secde kulun Hakka en yakın hali iken insan için secde, zilleti tüm muhtevasıyla fark ettiği yerdir. Kul orada bir yandan aciz ve güçsüz olduğunu itiraf ederken öte yandan değersizliğini ve zelilliğini ifade etmek üzere de yüzünü toprağa sürer. 'Yüz suyu dökmek' buradan geliyor olmalıdır ve bu tabir insanın itibarını bırakması veya yitirmesi demektir; yüzsüz insan itibarını yitirmiş birisidir. Secde bu anlamıyla yüzün temsil ettiği insan itibarının yitirilmesini temsil eder. Oruçta secdenin mukabili ise yemek-içmek ile aramıza konulan mesafenin idraki olabilir. Zaruri bir şekilde muhtaç olduğumuzu düşündüğümüz gıdaya ulaşmamız bize yasaklanmış, kendisine muhtaç iken acizliğimizi idrak ettiğimiz bir şeye imkan varken ulaşmanın yasaklanması ise bizi zelil kılar. Belki oruç aynı anda muhtaç olduğumuz şeyi de değersizleştiren bir ibadet olmalıdır; gıdaya muhtacız fakat belki gıda da bir işe yaramıyor olabilir. Hacda, zekatta veya öteki bütün ibadet ve itaatlerde benzer yorumlar yapılabilir. Lakin kendi adıma anlamakta güçlük çektiğim konulardan birisi budur: İnsan Tanrı'ya ibadet ederken niçin zelil olsun ki? Gerçekte ibadet insanı yücelten, ona değer ve itibar kazandıran bir şey iken zelil olma hali nereden ortaya çıkmıştır?
Bu sorunun cevabını düşünmeden önce meselenin başka bir yanına dikkat çekmek gerekir: İnsan Allah karşısında zelil olduğunu idrak edince iki durum yaşar: Birincisi Tanrı karşısında varlığının değersizliği idrak etmek iken ikinci hal ise öteki bütün varlıkların aynı mesabede olduğunu anlamakla bir 'değersizlikte eşitlik' duygusuna ulaşmasıdır. Ben zelil isem alemdeki her şey zelil olmada ortaktır. Böylece zillet bir ortak nitelik gibi mümkün varlıkların ayrılmaz özelliği haline gelir. İbadetin mahiyetini belirleyen bu zelil olma halinin insanı özgür kılabilmesinin yönü ve imkanı budur.
Zillet Anlamıyla İbadet: İnsanın Varlığını Koruma Güdüsü
İbadet kelimesinin öznesi olan ab(i)d-köle, kul gibi tabirler ibadetin meşakkatli kısmının bir dış buyruk ve yasak karşısında insanın çelişkili tutumu olduğunu gösterir. Namaz, oruç gibi ibadetlerde insana meşakkatli gelen kısım, irademizin hırpalanmasına ve varlığımız hakkında kuşkuya kapılmamıza yol açabilecek bu dış buyruk meselesidir. İnsana dışarıdan birinin 'yap-yapma' demesi ağır gelmiştir. Buna mukabil ibadetin görünür meşakkatleri daha yüzeysel ve basit zorluklardır. Bunun nedeni ibadetin bizde yaşattığı gerilim ve çatışma halidir. Söz konusu çatışma ve gerilim varlığımız ve irademiz karşısında başka bir iradenin bulunduğunu kabullenmede ortaya çıkar. Bizden daha güçlü ve daha gerçek olan bu irade sahibi hiç kuşkusuz Allah'tır. Bu nedenle dini hayatın kurucu cümlesi 'Allah'tan başka ilah yoktur' şeklinde otorite ve iradeyi Allah'ta toplayan bir bilgiyi havi olacaktır. İnsanın gerçek sınavı ise kelime-i tevhitte dile getirilen mutlak iktidarla sınanması, onun buyruklarıyla ilişkisini idrak etmesidir. Bu meyanda insan, kendi varlığına olan düşkünlüğüyle, herhangi bir otorite karşısında tereddütlü hareket eder, onu kabul etmek istemez, ona karşı kendi iktidar alanını korumak için teşebbüs eder. Bu itibarla dini hayat, Tanrı ile insan iradesi arasında ortaya çıkan bu gerilimi tedbir etmek üzere hareket eder. Her şeyden önce din, insana ilahi irade ve buyruklar karşısında direnen insan iradesine ve iktidarına 'heva ve heves' diye yaklaşır; irade Allah'ın iradesi, buyruk O'nun buyruğu, direnme ise boş ve anlamsız bir hevestir. Heva ve heves gerçekte bizim irademizdir; fakat daha büyük bir irade ve varlık ile çeliştiklerinde onlar, değerlerini yitirerek 'heves' diye anılmaya başlarlar. Kendi varlığına aşık olan bir varlığın iradesini heva ve heves olarak nitelemek her birimize en çetin gelen şey olmalıdır.
Adem'in cennette başlayan hikayesi bunun en nefis anlatımıdır. 'Ağaca yaklaşma' emri insanın doğasını ortaya çıkartmak, öteki varlıklardan farkını ve her şeyden önemlisi 'halife' oluşunun anlamını tespit etmek üzere ortaya çıkan bir sınanmaydı. Her şeyin yerli yerinde olduğu bir yerde sadece 'yaklaşma' sözü Adem'i kışkırtmaya yetmiş, yasağı ihlal ederek insan olmanın gereğini yerine getirmişti. İnsan olmak dışarıdan gelebilecek herhangi bir yasağa veya buyruğa başkaldırmak, başka bir otorite karşısında tereddütlü hareket etmek, hesap kitap yaparak ilişkiyi belirlemek, kendi varlığını ve arzularını koruma güdüsüyle harekete geçmek demektir. Galiba insanın kendisiyle ve dışındaki otoriteyle ilişkisini 'ağaca yaklaşma' emri kadar iyi anlatan başka bir hikaye yoktur; öteki bütün hikayeler bu ilk hikayenin bir yorumu olabilir (Suç ve Ceza'daki öldürme hikayesi gibi).
Bu yönüyle oruçta veya başka bir ibadette bize ağır gelen şey, 'oruç tut', 'namaz kıl' emrinin ta kendisidir. Herhangi bir emri insan kendi varlığına karşı bir saldırı olarak telakki ettikçe emre direnir, ayak sürer, çeşitli bahanelerle kendi varlık alanını korumanın yollarını arar. Din ise 'imanın tadına varmak' diye nitelendirilen bir düzeyde insan ile buyruğun kaynağını yakınlaştırır, Tanrı'yı bir yabancı olmaktan çıkartarak emre imtisali kolaylaştırır. Bu minvalde 'din kolaylıktır' bu demektir.
Ekrem Demirli