Ekrem Demirli
29.12.2024
Ekrem Demirli
Metafizikçi Sûfîlerde Ölüm Meselesi: ‘Şeb-i Arûs’ Nihai Kavram mıdır?
Tüm Yazıları

Metafizikçi Sûfîlerde Ölüm Meselesi: ‘Şeb-i Arûs’ Nihai Kavram mıdır?

Ölümü, düğün ve izdivaç gecesi gibi mütâlaa etmek hakkındaki bir yazıda şeb-i arûs tabirinin tasavvufta en yüksek düşünce olmayabileceğini, hatta Mevlânâ'nın dahi bundan daha yetkin cümleleri olabileceğine dikkat çekerek tasavvufî hayat içerisinde ortaya çıkan düşünce çeşitliliğine ve derinliğine işaret etmiştim. Uzun bir tarih diliminde ortaya çıkmış metinlerde serdedilen düşüncelere baktığımızda tasavvufta bazen tabirler aynı kalırken düşünceler; bazen ise düşünceler aynı kalırken tabirler değişir. Her halükârda her düşünce başka bir düşünce ile aşılır, daha iyisi söylenir, 'sulhu olmayan savaşın' ganimetleri (marifet) kalemle tüketilmez bir zenginlikle zihni ihata eder.

Erken dönem zâhidlerinin sözlerinde ölüm ve ölüm sonrası genellikle korku ve hüznün nedeni olarak anılır. Hemen her dönemde sûfîler 'ab-ı hayat' yani ölümsüzlük suyunu getiren Hızır ile karşılaşmak istemiş olsalar bile onlar için ölümsüzlük esasında iman ve aşktı. Bununla birlikte böyle bir hayattan mahrum olmak onlar için bir korku ve endişe nedeni idi. Erken dönemden itibaren ölüm ve âkıbet endişesiyle ağlayanlar, hüzünlü olanlar, sûfîler arasında önemli bir yekûn tutar. Bu insanların tam olarak neden böyle hareket ettikleri, ağlamayı niçin bir hâl haline getirdikleri farklı şekillerde yorumlanabilir: Akla gelen ilk neden Allah'tan korkmak, O'nun azabına maruz kalmak ve daha çok da yakınlığından mahrum kalmak neticesinde duydukları endişe ve korkudur. Bununla birlikte 'Allah'tan korkmak' ile azaptan ve cehennemden korkmak her zaman bir görülemez. Bu meyanda onların hâllerine hâkim olan korku daha çok bir utanç, mahcubiyet, 'yüze bakamamak', huzuruna çıkamamak gibi daha zarif ve ince hâllerle anlatılabilecek bir korkudur. Bilhassa kendi benliğini -veya öteki insanları- dikkate alarak Allah'tan gafil olmak, O'na hakkıyla şükredememek, bütün fiillerde yegâne failin O olduğunu idrak edememek, zâhidlerin korku ve endişelerinin nedeniydi. Korku ve hüznün egemen olduğu zâhidlerin sözlerinde nefs ve onun hâlleri hakkında bazen tasavvufun genel teorilerini zorlayabilecek kadar abartılı ve kötümser fikirler dolaşır. Onlara göre nefs, tam bir kötülük kaynağı ve uzaklık nedenidir. Nefse sanki bir özne gibi bakan böyle düşüncelerin kısmen Zerdüşt kısmen de Hristiyan kaynaklı olarak düşünülmesi akla yakın görünür. İmam Matürîdî'nin, Mu'tezile'nin insan özneliği üzerine kurulu düşüncelerini reddetmek için söylediği 'Mecûsî kaynaklı fikirler' iddiasını burada zâhidlerin nefsi 'kötülük için özne' olarak nitelendirmelerinde hatırlamak gerekir. Böyle hâllerde bu zâhidler 'keşke toprak olsaydım' gibi Hz. Meryem tarafından bir vesileyle dile getirilen sözler söyler, hiç yaratılmamış olmaya özlem duyarlardı. Öte yandan bu sözleri büyük zâhidler için 'benliği' hakkında endişe duyan insanların sözleri gibi yorumlamak da doğru değildir. Bütün gayreti ve arzusu benliğinden sıyrılarak Hakk'a ermek olan bir insanın cehennem korkusundan dolayı böyle sözler söylemesi akla yatkın görünmez. Bu itibarla ana akım sûfî zâhidlerde hüzün ve korkunun nedeni aşk, ilâhî zata yakınlık arzusu olmalıdır. Başka bir anlatımla hâllerine hüzün ve ağlamanın hâkim olduğu bu insanların durumu ilâhî aşkın farklı bir tabirinden başka bir şey değildir.

Ölüm hakkında söz söyleyen sûfîlerin başka bir grubu ise meseleye daha epistemolojik çerçeveden bakabilen sûfîlerdir. Onlar Tanrı hakkındaki bilgide beden ve ruhun durumunu dikkate alarak bedenli hayatın daha kesif ve daha güçlü bir perde teşkil etmesini hesaba katar, böylece ölümü perdenin ortadan kalktığı bir an olarak değerlendirirler. Bu durumda ölmek büyük marifete ulaşmanın bir yolu olarak ortaya çıkar, bu sayede insan ahiretteki 'büyük güne' -ki o günü büyük eden muhakkak Allah ile karşılaşma olmalıdır- ölümle birlikte intikal edeceği için ölümü bir müjde olarak (şeb-i arûs) görürler. İnsanın bedenli ve iradeli hayatı Tanrı ile ayrımın nedenidir ve bu ayrım ancak ölümle ortadan kalkacaktır. O zaman ölüm, İbnü'l-Arabî'nin de dediği gibi beden perdesinin izale olmasıyla Tanrı'yı tam tanıma kapısını açacağı için istenilen, en azından Tanrı'nın kulu adına isteyeceği bir iştir. Bir kudsî hadiste "Hiçbir işte tereddüt etmedim, mümin kulumun canını alırken tereddüt ettim" buyrulmuştur. İbnü'l-Arabî burada başka bir metinde karşılaşamayacağımız şekilde tereddüt kelimesinin Allah hakkında kullanıldığına dikkat çeker. Tereddüt, kulun ölüm karşısındaki isteksizliğini dikkate alarak onun rızasını beklemek gibi düşünülebilir. Bununla birlikte meselenin başka bir yorumu da 'perde (hicab)' kelimesinin ifade ettiği müspet-menfi anlamdan hareketle dünyada tam tecellinin gerçekleşebileceğine dikkatimizi çekmiş olmasıdır. Bu meyanda öteki dünyada da ruhun ve hakikatin perdesiz olması söz konusu olmadığına göre, dünya hayatı da tam perdeli olmak zorunda değildir. Buna göre dünyada perdenin aşılması mümkün olduğu kadar ahirette ise mutlak perdesizlik olmayacaktır. Ehl-i Sünnet kelamcıları gibi sûfîlerin de kail oldukları 'bedenle yaratılış' fikri, ruhun perdesiz olmamasıyla ilgilidir. Ruh saf haliyle bulunmaz, hakikat mutlaka bir mazharda tecelli eder, insan ruhu bulunduğu mertebe ve mekâna göre 'beden' ve hicab içinde var olur vs. Ahiret yurdu dünyadakine göre daha latif olsa bile yine de bedenli ve perdeli bir yer olacaktır. Allah'ı görmenin daimi bir hâl değil de zaman zaman ortaya çıkan bir nimet olmasının izahı budur. Ölümle birlikte kesif perde, latif perdeye dönüşerek görece yakınlık sağlasa bile her halükârda perde, perde olmaklığı bakımından varlığını sürdürür.

O zaman meselenin başka bir izahı olmalıdır: Bunlardan birincisi, insanın dünya hayatında benliğini tam olarak aşmasıyla ortaya çıkan bir hâlde, iradesinin de ilâhî iradede fâni olmasıyla gerçekleşen temaşa hâlidir. Bâyezîd-i Bistâmî bu hâli "Bir ara çok ağladım, bir ara çok güldüm, şimdi ne ağlıyor ne gülüyorum" diyerek açıklar. Bu hâl, ölümü bir mutluluk (gülme vesilesi) hâli olarak karşılamanın ötesinde bir söz olmalıdır. Nitekim tasavvuf tarihinde bunun benzeri birçok cümle vardır. İkinci izah ise metafizikçilerin perdenin imkânı hakkındaki teorilerinde ortaya çıkar. Perde iki şey arasındaki mania olduğu gibi aynı zamanda perdelenene en yakın şeydir: "Hicab yakınlıktır, hicab mahcuba temas edendir" sözü bunu açıklamak için kullanılır. Bu durumda gerçekte hicab denilen şey, ilâhî isimler arasındaki tekabülden kaynaklanan perdeliliktir. İnsan perde olan şeyi, perdelenenin başka bir yönü olarak gördüğünde ise idrak tam olarak gerçekleşmiş, cem' yani tenzih ve teşbihte Hakk'ı bilme hâli ortaya çıkmış demektir. Bu da ölüm öncesinde veya sonrasında olabilir.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.

YAZAR ARŞİVİ

Ekrem Demirli

Ekrem Demirli Diğer Yazıları