Malum, seçimlere az bir süre kaldı ve adaylar şehirlerle ilgili düşüncelerini kamuoyu ile paylaşıyorlar. Genellikle sorunlar üzerinden giden tartışmalarda şehre rengini veren ruhu pek konuşmuyoruz. Oysa günümüzde şehircilik anlayışı hızla değişiyor. Yeni şehirlerde daha önce görmediğimiz ve bilmediğimiz meslekler ve sektörler ortaya çıkmaya başladı, bildiklerimizin bir kısmı da usüllerini değiştirir oldular.
Dünyada akıllı şehirler gündemde ve harıl harıl üzerinde çalışılıyor. İdeal şehirlerin nasıl olması gerektiğini yazan Eflatun'un, Devlet'i, Thomas Moore'un Ütopya'sı, Compenalla'nın, Güneş Ülkesi ve Farabi'nin Medinetü'l-Fazıla'sı devrini tamamladı mı acaba? Bu kitaplara ihtiyacımız kalmadı mı? Bu sorunun cevabını yazının sonuna saklayalım ve geleceğin şehirlerine devam edelim.
Akıllı şehirleri anlatan makalelerde altı bileşen ön plana çıkarılıyor. Bunlar; akıllı ulaşım, akıllı yaşam, akıllı yönetişim, akıllı çevre, akıllı ekonomi ve akıllı insanlar. Kısaca her şeyin akıllı olduğu şehir. Binaların, yönetimin, güvenlik hizmetlerinin, eğitimin, sağlık hizmetlerinin, enerjinin, altyapının, su kullanımının, enerji tüketiminin, ulaşımın ve bunların hepsinin planlanmasının yapay zekalı sistemler tarafından koordineli şekilde yürütüldüğü şehirler inşa ediliyor ve biz de her zamanki gibi Batılıların ürettiği bu şehri ve şehir hayatını taklit etmeye çalışıyoruz.
Oysa bizler akıllı şehir kurmanın yanı sıra erdemli şehirler kurmanın yollarını da aramalı ve bulmalıyız. Dünyaya her şeyi unutacak kadar bağlı olmayan, irfan ve izan sahibi, sadece kendini düşünmeyen erdemli insanların yaşadığı şehir de erdemli olur. Teknolojiden kaçamayız, istemesek de hayatımıza girecek. Ama akıllı şehirler inşa ederken erdemi ihmal edersek çok daha büyük sorunlarla mücadele etmek zorunda kalabiliriz.
Bir de şehir deyince akla ilk olarak Londra, Paris, Roma geliyor maalesef ve bizim şehirlerimiz küçük görülür, beğenilmez nedense. İslam şehirlerinin incelenmesi 1920'lerde Fransa'da Şarkiyatçılar tarafından başlatıldı. Onlara göre Antik Yunan ve Roma şehirleri taklit edilmelidir ve bir şehirde Ortaçağlarda ortaya çıkan şehir meclis binaları mutlaka olmalıdır. İslam şehirlerinde bu ikisi olmadığı için eleştiriyorlar. Oysa Türkler ve Müslümanlar hiçbir zaman bir Paris, bir Roma inşa edemezler. Edememelerinin nedeni güçlerinin ve akıllarının olmayışı ve eksik oluşu değil, hayata ve insana bakış açılarıdır.
Mesela Osmanlıların kurduğu şehirlere bakalım. Temel özellikleri sırtını bir dağa vermesi, ovanın tarım alanı olarak bırakılması, serin rüzgarlar alması, karşı dağları ve ovayı görmesi, ufkuna sınır koymaması, yamaçta olduğu için de yolları doğal meyile göre olması, doğa ile kavga etmeyen, uyumlu ve güvenli olması. Böyle bir bakış açısına sahip bir millet devasa binalar, geniş ve uzun bulvarlar, birbirine bitişik evlerden müteşekkil şehirler inşa edebilir mi?
Türkler şehri kurduğunda önce bir ulucami yaparlar ve şehir onun çevresinde genişler. Hanlar, hamamlar, çeşmeler, çarşı, idari binalar ve okullar ortasında caminin bulunduğu merkezi teşkil eder ve mahalleler merkezin etrafına kurulur. Her mahallede de mescitler ve acil ihtiyaçları karşılayan küçük dükkanlar, bakkallar, manavlar bulunur.
Mahallenin yolları dar olur. Evler en fazla iki katlı ve bahçelidir. Sokağa bakan bir dışkapıdan önce avluya girilir. Avlu sokaktan geçenlerin göremeceyecekleri yükseklikte duvarlarla çevrilidir. Mahremiyet esastır ve aile rahatsız edilmemelidir. Avluda kuyu olur. Temizlik ve mahremiyet çok önemlidir.
Evlerin yönü güneşe ve rüzgara göre belirlenir. Hiçbir ev bir diğerine benzemez. Birbirlerini rahatsız etmeyecek şekilde konumlandırılır. Yazın serin, kışın sıcak olan bölmeleri vardır. Cumbalar evin hanımlarının gözetleme kuleleridir adeta. Odalar ise çok amaçlı kullanılır.
Evler en az iki yöne bakacak şekilde inşa edilir. Evler hem sokaktadadır hem sokağın dışında. Bir tarafı sokağa bakar, bir tarafı bahçeye. Böylece kamusal ve özel alan ayrımı belirlenmiş olur. Duvarın dışında mahallenin kuralları, iç tarafında evin kuralları geçerlidir. Evin bahçesi cennet bahçesi gibi olmalı, tavanlar gökyüzüne benzemeli ve ona göre süslenmelidir. Ahşap yahut kerpiç gibi kısa ömürlü ve yeniden kullanabilen malzemeden üretilmeli ki hem ihtiyaca göre evler devamlı yenilenebilsin hem de baki olanın kim olduğu akıllardan çıkmasın.
Oysa Batıdaki şehirler öylemi? Sokak ve caddedeki binaların yüksekliği aynı, istikameti aynı, yolların genişliği aynı, tüm pencereler birbirinin aynı, çatılar aynı, bahçeleri cetvelle çizilmiş gibi, iki-üç katlı devasa binalar ve odalardan oluşuyor.
Batı şehirleri meydan okuyan şehirlerdir. Oysa bizim şehirlerimiz mütevazi, güzelliği sadeliğinde ve tevazuunda. Şehrin bir emirle, bir üst irade ile yapılmış olduğu, dolayısıyla şehrin her tarafında bir gücü, bir otoriteyi görmek mümkün. Şehirlerde insan yok, taşlar var, otorite var. Şimdi onun yerini teknolojik araçlar alıyor. Artık görkem akıllı binalarda ve çevrede aranacak ve görülecek.
Elimde yetki olsa kitaplarını okumadan hiçbir mimarı mezun etmeyeceğim, adı dünya durdukça anılası rahmetli Turgut Cansever, Suriçi, Üsküdar, Eyüp, Boğaz'a gitmenin galakside yıldızlar arasında seyahat etmek gibi olduğunu söyler. Akıllı şehirler bize teknolojiyi hatırlatıp takdir ettirecek. Oysa bize sadece aklı değil, yaratıcıyı hatırlatacak doğa ve çevre de lazım.
Bu konu TOKİ'ye havale edilecek ya da mütaahhitlerin insafına bırakılacak kadar basit ve önemsiz değil. Teknik insanların ürettikleri akıllı şehirlere ruh verebilmek için yeni Farabi'lere ve Medinetü'l-Fazıla'lara ihtiyacımız var.
Kendi şehirlerimizi inşa etmenin vakti çoktan geldi ve geçiyor bile. İhtiyacımız olan bilgi ve tecrübeye sahip insanlar aramızda yaşıyor. Yeter ki onlara kulak verelim ve samimi olalım.