Ömer Seyfettin bizim neslin tüm hikayelerini bildiği ve kahramanlarını hatırladığı büyük hikayecilerimizdendir. Çocukluğumda tüm hikayelerini okuduğum bu büyük hikayecinin ders kitaplarında mutlaka olması ve her orta öğretim öğrencisinin mutlaka okuması gerektiğini düşündüğüm bir hikâyesi var: İlk Namaz.
Ömer Seyfettin bu hikayesinde soğuk bir kış gecesinde sıcacık yatağından kalkıp abdest aldıktan sonra penceresini aralar ve mahallesine bakar. Mahallesinin ışıkları yanmaya başlayan evleri ve camii ona on beş seneden beri hiç bırakmadan kıldığı sabah namazlarının ilkini hatırlatır ve okuyucuya kendine has o tatlı ve akıcı üslubuyla ilk kıldığı namazı anlatmaya başlar.
Hikâyede, annesinin kendisini ilk kez sabah namazına kaldırmasını, abdest aldırmasını, daha önce anlattığı şekilde namaz kıldırmasını, iftitah tekbiri aldırmasını ve en sonunda da dua ettirmesini çok tatlı bir Türkçe ile hikaye eder. Bu hikâyeyi okuyup da çocukluğumuza gitmeyenimiz yoktur.
NAMAZIN SONUNDAKİ DUA
Hikâyede benim dikkatimi en çok annenin öğrettiği dua çeker. Namazın ardından anne dua eder, oğul tekrar eder. Bugün çocuklarımıza böyle dua etmeyi öğretecek annelerin çok fazla olduğunu sanmıyorum.
Duayı merak ettiğinizi hisseder gibiyim. O zaman hemen şuracığa aktarayım..
— Evvela İslam olduğum için ey cenâb-ı vâcibül-vücut hazretleri sana hamd ederim, de... Sonra vatanımızın düşmanlarını perişan etmeni senden istirham ederim, de... Sonra da bütün eziyet çeken, hasta olan, felakette bulunan, fakir olan Müslümanların selamet ve sıhhatlerini senden temeni ederim, de... Kendin için, kendi iyi olman ve şeytanın yalanlarına aldanmaman için duâ et!
Haksız mıyım sizce? Her şeyden önce Müslüman olduğumuz için hamd ve şükür etmeyi hatırlatıyor. Allah demiyor, "Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücûd" diyor. Belki o çocuk bunun ne anlama geldiğini anlamayacak ama büyüyünce çocukken duyduğu Allah'ın bu sıfatının ne anlama geldiğini öğretecek. Vâcibü'l-Vücûd'u kısaca açıklayayım. Var olması zorunlu anlamında bu kelime, Allah'ın zihnin dışında gerçekliğinin bulunduğunu ve mevcudiyeti zorunlu bir varlık olduğunu ifade eder.
Duanın ikinci parçasında özellikle savaş içinde olunan bir ortamda ülkesinin selametin düşündürüyor. Kendisi için dua edilen üçüncü grup fakirler, hastalar, derdi olanlar. Bunlardan sonra en son kendisi için dua etmesini söylüyor. Ama makam, mevki, dünyalık için dua etmiyor. İyi olmak ve şeytanın şerrinden kendisini koruması için Allah'a yalvarmasını söylüyor.
Bu dua tek başına bir gencin nasıl olmasını tarif ediyor aslında: Müslüman, vatan sever, mazlumlara, fakirlere, dertlilere yardım eden, şeytanın iğvasına kapılmayan iyi insan. İhtiyacımız olan da böyle gençler değil mi?
Biz Müslümanlığı annelerimizden öğrenmeyi unutunca bu sefer başkaları öğretmeye başladı. Bugün başımıza gelenlerin bir kısmının nedeni de bundan olabilir diyecek olsam garip karşılayacaklar olabilir ama ben yine de demiş olayım.
ANNENİN ÖĞRETME METODU
Ya annesinin şu tavsiyesine ne dersiniz?
—Yatmazdan evvel dersini üç defa oku, yavrum, uyurken melâikeler sana onu öğretir.
O melâikeler bu gece de, uykumda bana dersimi öğretmişlerdi. Annem müşfik aferinlerle saçlarımı okşadı.
Bugün hangi pedegog bu cümleye itiraz edebilir? Uyumadan önce bunları düşünen çocuk rüyasında kâbus görür mü?
Ömer Seyfettin kıldığı ilk namazı bir güzel hikaye ettikten sonra duygularını şu cümlelerle ifade eder:
Ah, on beş sene evvelki sabâvet ve şimdiki ben… Tatsız, neşvesiz, muhabbetsiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen hayat-ı serâyı taabâlûd… Şimdi mülevves emelleriyle, hırslarla, hakikatte kıymetsiz olan baîdül-vusul arzularla, hâsılı bütün bunların bir icmal-i mebhûtu olan o sebepsiz ve tahammülsüz bîkararlılıklarla mecruh olan ruhum, mecruh olan kalbim ve maneviyatım… Şimdi, daha bu gece görülmüş gibi, onbeş saniye evvel görülmüş ruhanî ve bir rüyayı kıymetdar gibi saadetleri unutulamayan ve zaten velveleli ve hüsranhîz bir rüya olan bu ömr-i fâni içinde yalnız kabus olmayan sabâvet ve hâtıratı… Şimdi düşünüyorum ki, hayatta bu muztar ve şefkatsiz mâzilerin güzâriş-i ademinden mütehassıl ne garip bir hiçlik, ne zevalperver ve pür hayal bir beyhudelik, ne müphem, ne esrar âlûd bir sürat var!...
Bilmediğimiz kelimeler var sanırım. Kelimeler değiştikçe bizler de değişiyoruz galiba. Bazen kendime sorarım, acaba biz, atalarımızın dilini anlamadığımız için onların hallerini ve hislerini de anlamıyor olabilir miyiz, diye. Bu da üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gereken bir başka konu, diyerek geçelim.
Sizden istirhamım ilk fırsatta hikâyenin tamamını okumanız. Bu hikâyeyi okuduktan sonra Yahya Kemal'in Ezansız Semtleri'ni ve Ahmet Haşim'in Müslüman Saati'ni de okumanızı tavsiye ederim. Daha sonra oturup Ömer Seyfettin, Ahmet Haşim ve Yahya Kemal'in hislerini paylaşanların sayısının neden arttığını düşününüz.
Ama düşünmek yetmez, eylemek de lazım.
Demler o dem idi zemân ol zemân idi
Diyerek oturmak olmaz. Biliyorum, geçmişi getiremeyiz ama geleceği inşa edebiliriz.
Gayretimiz de bunun içindir, vesselam.
İsmail Güleç