Bâkî'yi bilmeyenimiz yoktur, en azından adını duymayanımız. Devrinin en büyük şâiri, Kanûnî'nin has şâiri, büyük âlim. Şâir olduğu kadar da münşî ve nâsir. Yani sadece şiirde değil, düzyazıda da sultan.
Eve hapsolduğumuz şu günlerde işten güçten bunalınca kendimi toplamak için yaptığım iş ya bir öykü okumak ya da bir şiir. Bu sefer elime Bâkî'nin divanı geldi ve divanı açtığımda da karşıma, beni kendime getiren şu gazel çıktı.
Fermân-ı aşka cân iledür inkiyâdumuz
Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdumuz
Baş eğmezüz edâniye dünyâ-yı dûn içün
Allah'adur tevekkülümüz i'timâdumuz
Biz müttekâ-yı zer-keş-i câha dayanmazuz
Hakk'un kemâli lütfunadır istinâdumuz
Zühd ü salâha eylemezüz ilticâ hele
Tutdı egerçi âlem-i kevn u fesâdumuz
Meyden safâ-yı bâtın-ı humdur garaz hemân
Erbâb-ı zâhir anlayamazlar murâdumuz
Minnet Hudâ'ya devlet-i dünyâ fenâ bulur
Bâkî kalur sahîfe-i âlemde adumuz
Okudukça okuyasımın geldiği gazel bu. Şimdi de kısa açıklaması:
Ezelden şâh-ı aşkın bende-i fermanıyız diyen şair bu beyitte verdiği söze sadık kalıyor. Aşkın fermanına biz canla başla boyun eğeriz, canımızı verme pahasına bağlıyız. Çünkü ezelde hakkımızda verilmiş hükmün kazasına, Allah'ın takdirine candan âmennâ deriz.
Biz, Allah'tan ve onun bizim hakkımızda verdiği hükümden gayrısına boy eğmediğimiz gibi şu süfli dünyanın sefil işleri için alçaklara da boyun eğmeyiz. Tevekkülümüz, itimadımız Allah'adır. Sadece ona minnet ederiz.
Biz, altın süslemeli bastona benzeyen makamların, gösterişli gücüne dayanmayız, kuvvetimizi makamların gücünden almayız. Dayanacağımız duvar Hakk'ın sonsuz lütuf ve ihsânıdır.
Yok olmamız, mahvolmamız veya kötülüklerimiz, günahımız dünyayı tutsa da hele ham sofuluğa, sahte dindarlığa sığınmayı aklımızdan bile geçirmeyiz.
Mey dediğimizde kastımız küpün içindeki safâ ve mutluluktur. Zâhire, dış görünüşe bakanlar, şekilperestler ve zahitler bizim ne istediğimizi anlayamazlar.
Minnet her dâim Allah'adır. Bu dünya devleti, zenginliği ve mutluluğu günün birinde biter, her fânî gibi biz de öleceğiz bir gün. Ancak dünya defterinde bizim adımız sonsuza kadar yazılı kalacak.
Beş asırdan beri Bâkî'nin adı yaşadı, eminim dünya döndükçe de yaşayacak.
Şiiri okuduktan sonra Ömer Seyfettin'in Pembe İncili Kaftan'ını hatırladım ve hikâyeye göz attım. Hikâyede, malumunuz, Tebriz'e gönderilecek bir elçi aranır ama bir türlü bulunamaz. Sadrazamın yanında oturan koca kavuklu adam "ben birini biliyorum" deyince herkes meraklı gözlerle adama bakar. Gerisini hikâyeden aktarayım.
- Kim?
- Muhsin Çelebi.
Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:
- Burada mı oturuyor?
- Evet.
- Ne iş yapıyor?
- Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez.
- Niye?
- Bilmem ama, belki "düşüşü var" diye.
- Tuhaf...
- Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır.
- Bize elçi olmaz mı?
- Bilmem.
- Bir kere kendisini görsek...
- Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?
- Nasıl gelmez?
- Gelmez işte... Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir.
- Devletini sevmez mi?
- Sever sanırım.
- O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.
- Deneyiniz efendim....
Muhsin Çelebi geçimini mandıracılıkla sağlayan, vaktini okumakla geçiren, rical-i devletten uzak duran, makam-mevkie değer vermez, cesur, ölümden korkmayan, doğruları söylemekten çekinmeyen, gazi, devlete hizmeti kişisel ilkelerinin üzerinde tutan bir yurtseverdir.
Hikâyenin kalan kısmında de Muhsin Çelebi'nin diğer özelliklerini anlatır Ömer Seyfettin. Çelebi, muhatabı kim olursa olsun daima göğsü ileride, başı yukarı kalkıktır. Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmaz. Dinine bağlıdır ama tutucu değildir. Din, millet, devlet aşkını ta yüreğinde hisseder. Devletin büyüklüğünü, milletin kutsallığını bilir. Tek ülküsü, "Allah'tan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak"tır... Bilgisi, olgunluğu, herkesçe bilinir. Yaşı kırkı geçkindir. Önünde açılan yükselme yollarından hiçbirine sapmamıştır. Çünkü bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep "kirli bir etek mihrabı" bulunduğunu bilir. İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktür. İnsan yeryüzünün üzerinde, Tanrı'nın bir çeşit temsilcisidir. Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her varlığın üstündeydi. Yaltaklanma, kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe pek yakışırdı... Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı. Zengin sayılabilecek bu adam elçilik görevinden sonra, geçimini ölünceye kadar Üsküdar Pazarı'nda sebze satarak sağladı. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirdi. Ama yine de ne kimseye boyun eğdi ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yaparak boşu boşuna övündü…
Şimdi tekrar başa dönüp şiiri okuyun lütfen. Ben, Ömer Seyfettin'in, bu hikâyeyi, Bâkî'nin şiirinde anlattığı rindin nasıl olduğunu açıklamak için yazdığını düşündüm.
Siz ne düşünüyorsunuz?
İsmail Güleç
"Bâkî'yi bilmeyenimiz yoktur, en azından adını duymayanımız. Devrinin en büyük şâiri, Kanûnî'nin has şâiri, büyük âlim. Şâir olduğu kadar da münşî ve nâsir. Yani sadece şiirde değil, düzyazıda da sultan."
— Fikriyat (@fikriyatcom) April 25, 2021
Prof. Dr. İsmail Güleç'in kaleminden...✍️https://t.co/9dDGwmqGv5