Yoksa "Sanatımızı yeniden inşa etmek mümkün müdür?" mü diye sormalıydım?
Malum iki büyük derdimiz var. Kültür-sanat ve eğitim. Bu iki konuda neden arzu ettiğimiz seviyede olmadığımızı hep kendimize sorup duruyoruz. Ama cevaplarını arama konusunda gerçekten samimi olduğumuz konusunda benim hem ümidim hem şüphem var.
Kültür veya sanat denilince anladığımız şeyin ne olduğunu biliyor muyuz? Acaba aynı şeyleri mi kastediyoruz? Sanat dediğimiz şey ebru, hat ve neyden mi ibarettir? Birkaç ebru ve hat ile kültürümüzü canlandırabilir miyiz gerçekten?
Ben bu şekilde sanatımızı canlandırmamızın çok güç olduğunu düşünenlerdenim. İçinde bulunduğumuz ortamda arzu edilen kültür ortamının inşasının çok da mümkün olmadığını düşünmeye başladım. Neden böyle düşündüğümü dilim döndüğünce izah edeyim.
Sanat, her şeyden önce yetişeceği bir iklim ister. Çok arzu ettiğimiz ve imrenerek anlattığımız büyük sanatkarlarımızın yetiştiği şehirleri düşünün, bir de bugün bizim yaşadığımız şehirlere bakınız. Eski şehirlerimiz, bizim müşterek zihnimizin ürünü idi. Şimdiki şehirlerimiz için aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Bize şehir diye dayatılan, kocaman binaların olduğu, birbirini tanımayan komşuların yaşadığı sitelerde veya apartmanlarda yaşayanlardan ve yetişen çocuklardan bizim medeniyetimizin ürettiği kültürü anlaması, benimsemesi ve bir parçasının olmasını beklemek ne kadar mantıklı olabilir? Oysa bizim medeniyetimizin kültürü cemaat ve mahalle üzerine inşa edilmişti. Ve biz o cemaatten ayrıldık, mahalleden taşındık ve yeni bir mahalle de kuramadık. Başkaları tarafından kurulmuş mahallelere sığındık. Bir nevi göçmen gibi yaşadık, yaşıyoruz.
Evlerimize girip bakalım. Kullandığımız eşyalar, yaşam alışkanlıklarımız, aile bireyleri arasındaki ilişkiler, akrabalardan uzak sürülen bir yaşam ile biz kendimizden ve aslımızdan neredeyse geri dönemeyecek kadar uzaklaşmadık mı? Sorulduğunda ise kimi değerleri muhafaza ettiğimizi söyleriz ancak bunu hayatta karşılığını pek göremeyiz.
Malum sanat ve kültür hayattan beslenir. Kabul edelim, bizim, gelenekli sanatımızın ve kültürümüzün besleneceği bir hayatımız yok artık. Gördüğümüzde bizi heyecanlandıracak, güzel duygular yaşatacak annelerimizin yetiştirdiği renkli ve güzel kokulu çiçeklerle süslü bahçeler mazide kaldı. Marketlerden alınan tek seferlik çiçekler de o tadı vermiyor. Medeniyetimizin ürettiği sanatın beslendiği ve yetiştiği iklim değişti ve biz o iklimin çok uzağına düştük. Yaklaşmak gibi bir derdimiz de yok maalesef.
Düşünün lütfen, Evlerimiz, şehirlerimiz, alışkanlıklarımız, giyim-kuşam tarzımız, hobilerimiz ve gündelik hayatımız atalarımıza ne kadar benziyor? Kolayca ve büyük bir iştahla temellük ettiğimiz bu yeni yaşam tarzını biz üretmedik, Batı'dan alıp taşıdık. Batı'nın medeniyet tasavvuru bizim medeniyet tasavvurundan çok farklı. Biz Batılılar gibi yaşadıkça ne kadar kaçınırsak kaçınalım Batı medeniyet tasavvuru bizim medeniyet tasavvurumuzun yerini alıyor ve bizi farkında olmadan dönüştürüyor. Böyle bir ortamda yetişen sanatkârın Batı'ya ait kavramların etkisinde ve gölgesinde kalmaması mümkün müdür? Bir de sanatkâr mevcut birikimimizi temellük etmemiş ise?
Peki o birikimden yeterince beslenebiliyor muyuz? Maalesef bu soruya da müspet cevap vermek oldukça güç. O kültürü ne çocuklarımıza aktarabildik ne de doğru dürüst örneklerini üretebildik. Oysa mazimiz tüm heybetiyle keşfedilmeyi bekleyen hazine gibi kendisinden istifade etmemizi bekliyor. Onu olduğu gibi alıp günümüze getirmenin mümkün olmadığını biliyoruz. Ancak onu bildikçe ve öğrendikçe, her gün hızla değişen hayatımıza anlam katabiliriz, bugünün bizim sanatımızı inşa edebiliriz.
Her şeyden şunu kabul edelim. Her ne kadar ecdad desek de onların torunları olsak da artık onların değerleri ve hayat tarzları bakımından takipçileri değiliz. Bunu, onların yaptıkları sanatları olduğu gibi bugüne aktararak da sağlayamayacağımızı biliyoruz. Mazinin sanat ve kültürünü çağın sanat ve kültür anlayışına, biçim ve malzemesine uyarlamadıkça bize dayatılan kültürü tüketmeye devam edeceğiz. O kültürü tükettikçe biz de tükeneceğiz. Ayakta kalmamız kendi sanatımızı ve kültürümüzü ihya etmekten, yeniden inşa etmekten geçtiğinin farkındayız ancak ne yapacağımızı bilemiyoruz.
Geleneksel sanatkarın sanatını icra ettiği huzurlu manevi iklimin değişeli çok oldu. Bir de o iklimin bilgisi ve hatırası da ortadan kalkınca geriye köksüz ve ruhsuz bir makyajdan başka bir şey kalmadı. Yalpaladığında, savrulduğunda tutunacağı bir dal, sığınacağı bir liman da olmayınca ortada elle tutulur bir eser bulunmuyor. Batılı sanatçının gelişerek değiştiği süreçten uzak olduğumuz için yapılan işler üzerimizde eğreti olarak duruyor. Ne biz olabiliyoruz ne de Batılı.
Bu değişimde insanımızın değişiminin de etkisi var kuşkusuz. Eskisi kadar mütevekkil, sabırlı ve emin değiliz, rızkı verenin Allah olduğuna samimi bir kalp ile inanmıyoruz. Üzerimizde bir tedirginlik, bir ürkeklik ve bir türlü atamadığımız korku var. Kaderle dost ve barışık değiliz. Aldığımız tedbirlere bile güvenmiyoruz. Bu korku ve ürkekliğin sonucu da bir acelecilik veya miskinlik kapladı. Haliyle gönül huzurumuz da olmuyor.
Bu yazı kapsamında cevabını aradığımız soru, eskiden çok farklı olan yeni iklimin yeni insanının ve toplumun sanatının nerede, nasıl ve ne olması gerektiğidir. Sadeddin Ökten Hocamızın tespitleriyle konuyu özetleyeyim:
- İnsanımız, eski değerlerimizden tümüyle kopmamıştır ve kopmak istememektedir. Hatta özlem duymaktadır.
- İnsanımız, değerlerimizden ve sanatımızdan kopmanın kendisi için yok olmak demek olduğunu çok derinden ve yakından hissetmektedir.
- Geleneksel değerler ile olan ilişki bizim için bir var oluş problemidir.
- Adeta tümüyle değişen hayat biçimi, yeni insanımızın zihin ve gönül dünyasında Batı'ya ait kavram ve değerlerin hayat bulmasına yol açmıştır.
- Bize ait özgün medeniyet tasavvuru ile Batı'ya ait bu değerlerin birlikte yaşaması ise asla mümkün görülmemektedir.
Böyle bir ortamda cevaplamamız gereken soru şudur: Yeni insanımız, gelecekte kendine ait ve maziden beslenen özgün bir medeniyet tasavvuru ortaya koyabilecek midir?
Bir sonraki yazının konusu da bu sorunun cevabı olsun.
İsmail Güleç