Geçen hafta bugün Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın gündeme getirdiği konu birden bire ülkenin en çok konuşulan/tartışılan mevzûu oldu. Cumhurbaşkanımızın niyeti belliydi: Çağlar üstü bir özelliğe sahip olan İslam'ı, günümüzün insanına ve çağımızın toplumuna hitap edebilecek halde doğru anlatmanın/sunmanın yollarını aramak… Maksat da Merhum M. Akif'in dediği gibiydi: "Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhâmı/Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslam'ı."
Çağrısı hem Diyanet İşleri Başkanlığı'na hem de ilim erbabına ve akademisyenlereydi… Doğrusu birkaç gün içinde pek çok kişiden bu çağrıya icabet geldi. Pek çok yazılar kaleme alındı, görüşler ileri sürüldü.
Aslında problem çok net; ve fakat bir çırpıda çözülecek kadar da kolay değil. Zira birkaç asırdır kısır döngü haline gelen ve biriken problemler, İslam dünyasının bugünkü hale gelmesi sonucunu doğurmuştur. Bu nedenle artık vakit kaybetmeden bu yüce dini, sahip olduğu güzellik ve yüceliğini ortaya koyacak şekilde anlatmanın yollarını aramak, yepyeni bir heyecanla cehd ve gayret içine girmek; ancak bunu yaparken, kişilerle uğraşmak ve yapılan yanlışlara cevap yetiştirmek yerine, doğruları en açık ve en yalın haliyle ortaya koymak gerek. Çünkü maalesef günümüzde insanoğlu, bilgisi olmayan hususlarda fikir beyan etmekten hiç çekinmediği gibi, fikir beyan ederken sözünün nerelere gittiğinin hesabını da hiç düşünmüyor!..
Değerli okuyucum.
Konuyu birkaç yazıda ele almak zarureti vardır. Zira meseleye farklı yönlerden bakmamız icab etmektedir. Kanaatimizce önce kavramlara değinmek ve kısa ifadelerle kavramların hangi manalar taşıdığı üzerinde durmak faydalı olacaktır.
TECDİD, İHYÂ, İÇTİHÂD, REFORM ÜZERİNE…
Aslında bu kavramlar pek çoğumuzun hafızasında olan ve dilinde dolaşan az ya da çok bildiğimiz şeyler… Ancak bir-iki örnek vererek konuya bir kez daha değinmekte fayda vardır.
Bir bestekâr, gönlüne doğan ilhamla bir beste yapar. Bu besteyi bir sanatçı notaları aracılığıyla icra eder. Çok güzel bir beste, başarılı bir icra ile birçok insan tarafından sevilir benimsenir. Aradan yıllar geçer bir başka sanatçı aynı besteyi yeniden ele alır. Üzerinde çalışır ve yeni bir yorumla insanlara aynı besteyi sunar. Kendinden yeni bir şeyler kattığı bu yeni icra da sevilir ve benimsenir. İki sanatçı da bestekârın duygularına ve tasarrufuna saygı duyarlar; asla bir değişiklik yapmazlar. Zira hiçbir bestekâr, yaptığı bestenin değiştirilmesine; notaları üzerinde oynanmasına razı olmaz.
Yine bir şair, gönlüne doğan ilhamlarla bir şiir yazar. Bazen kendisi, bazen başka bir seslendirme sanatçısı bu şiiri seslendirir. İnsanların sevdiği ve tekrar tekrar okumaktan, dinlemekten memnuniyet duyduğu bir şiir olur. Aradan yıllar geçer, bir başka seslendirme sanatçısı veya şiir icracısı, yıllar önce yazılmış bu şiiri yeniden okuyarak gündeme getirir. Şiir aynı şiirdir, fakat yorum farklıdır. Ama yorumdaki farklılık/değişiklik asla şiire sirayet etmez. Çünkü hiçbir şair, şiirinin satırlarını oluşturan cümleler içindeki kelimelere müdahale edilmesini kabul etmez. Hatta okunurken, kelimelerdeki vurgulama hatalarına bile tahammül göstermez.
Yukarıdaki iki örnek, musiki ve edebiyat alanlarında eser veren kimselerin, ortaya koydukları eserlerin, "eser sahibine saygı duyulması" şartıyla her zaman yeni yorumcular tarafından ilgi görmesinden ve yeniden yorumlanmasından dolayı memnuniyet duyacaklarını da ortaya koymaktadır, bir bakıma...
Buradan hareketle, diyebiliriz ki, sahibi olduğu müzik eserinin tek bir notasına bile değişiklik amacıyla müdahaleyi; yazdığı şiirin tek bir kelimesinin bile değiştirilmesini -bir diğer ifadeyle- reformu/reformasyonu (yeni bir biçim verme/yeniden şekillendirme) kabul etmeyen müzisyen ve şairi nasıl anlayışla karşılıyor isek; gönderdiği vahyin de herhangi bir şekilde değiştirilmesini/reforma tâbi tutulmasını, Âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ'nın da kabul etmeyeceğini, aynı anlayışla ikrar etmek ve böylece inanmak durumundayız. Yine aynı şekilde, vahyi bize ulaştıran Hz. Peygamberin sözleri, davranışları, uygulamaları, kısacası "Sünnet-i Seniyye" olarak adlandırılan hayat anlayışı/yaşam tarzı da mümin için değerlidir ve yol gösterici bir irşad vasıtasıdır.
O halde, her bir dinde olduğu gibi, insanlığa gönderilen "Son Din" olan İslam inancında da Allah'ın vahyi; ve bu vahyin, "kendisine uyulmasını" emrettiği (bkz. Al-i İmran, 31) Peygamberinin sözleri, bu dinin sâbiteleridir; yani değişmeyen/değiştirilemeyecek temel kaynaklarıdır. Kur'an-ı Kerim'i indiren ve onu koruyacağına dair söz veren; Hz. Muhammed'i (sav) tüm insanlığa bir "Rahmet" vesilesi olarak gönderen ve aynı zamanda "Son Nebi" kılan Allah Teâlâ'nın son din olarak seçtiği bu dinin, kıyamete kadar bâki kılınan bir din olması hasebiyle, artık bir "güncellenme" sorunu taşıması düşünülemez. Zira o, artık tüm zamanların güncellenmeye ihtiyaç duymayan "en son versiyon"udur…
Bu bağlamda şunu da vurgulamak durumundayız. Diyebiliriz ki, İslam'ın hiçbir zaman güncellenme sorunu olmamıştır/olamaz. Bilakis İslam, tüm zamanlarda, çağın ve günün sorunları karşısında çözümler sunan bir ter ü tazelikte karşımızda durmuştur/durmaktadır. Çünkü, "zaman yaşlandıkça, her bir yeni keşif, icat ve buluşla Kur'ân adetâ gençleşirken, Hadis-i Şeriflerdeki hikmetler de bir bir ortaya çıktıkça bu iki kaynaktan beslenen İslam dini, geçmiş ümmetlerin olduğu gibi günümüz insanlarının da sorunlarına cevap verecek güç ve kudrete sahiptir. Yeter ki her çağın ümmeti, "müceddid", "muyhiddin" ve "müçtehid" yetiştirebilecek bir ortam oluşturabilsin. İşte, kanaatimizce İslam Coğrafyasının ve bu coğrafyada meskun, mazlum ve mahkum durumdaki Ümmet-i Muhammed'in asıl sorunu, asırlardır yeniden/tekrar "dinî ilimleri ihyâ edecek" eserler yazan bir İmam Gazâlî; insanı insana tanıtan ve böylece insanın gönlündeki imanını ihya eden bir Muhyiddin ibn-i Arabî; yazdığı eserleri, yıllarca Avrupa'daki Tıp merkezlerinde okutulan bir İbn-i Sinâ yetiştirememiş olmasıdır.
Bunda, bu yüce dine düşmanlık eden gayr-i müslimlerin, Ümmet-i Muhammed'in ve İslam dünyasının bir daha iflah olmayacak şekilde inkırazı için yaptığı Haçlı Seferleri ve günümüzde de hala devam eden kanlı savaşları kadar, bu ümmetin, içine düşüp de bir daha çıkamadığı siyasi çalkantılar; Cemel-Sıffîn vak'aları, Kerbelâ Faciası ve daha nice acı, elem ve keder dolu olaylar ve karışıklıklar da rol oynamıştır.
Gelecek yazıda devam etmek üzere, sağlıcakla kalınız.