Aynı zamanda "Gönüllerin Fethi" olarak nitelendirilen Mekke'nin Fethi'nin 1479. yıldönümünü idrak ettiğimiz günlerdeyiz.
Bu büyük ve anlamlı olaydan alınacak nice dersler olduğu kanaatindeyiz. Yazımızda bu hususlara değinmeyi düşünüyoruz.
Hicretin üzerinden sekiz yıl geçmişti… Hudeybiye Andlaşması iki yılını doldurmadan konulan şartları sorumsuzca ihlal eden Mekkeli müşrikler bir bakıma kendi elleriyle kendi sonlarını hazırlamışlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav) bir yandan andlaşma maddelerine ihanet eden Mekkelilere bunun bedelini ödetmek, diğer yandan kendisine güvenen ve fakat mağduriyete uğrayan Huzaa kabilesine vefakâlığını ve yardımını ortaya koymak amacıyla Mekke'nin artık fethedilme vaktinin; Kâbe-i Muazzama'nın da aslî hüviyetine geri döndürülmesi zamanının geldiğine inanıyordu.
Aşağıdaki satırlar, hayatıyla ve yaşantısıyla "en güzel örnek" olan Son Nebi'nin (sav) ordu komutanı olarak da örnekliğine en güzel örnekleri teşkil eden ve bir "Ordu Komutanı" olarak, savaş stratejisi, sefere çıkma ve seyr ü sefer disiplini, orduyu teşkil etme ve konuşlanma gibi konularda ne büyük bir deha olduğunu ortaya koymakta ve Ona bir kez daha hayranlık duymamamıza vesile olmaktadır.
GİZLİLİĞE ÖZEN GÖSTEREN VE DUA EDEN PEYGAMBER…
Milâdî 630 yılının Ocak ayının ilk günlerinde yola çıkıncaya dek, Peygamber Efendimiz (sav) fetih hazırlıklarını büyük bir gizlilikle yürütmüş nereye gideceği bilgisini eşi Hz. Aişe (r.anha) ile bile paylaşmamıştı. Onu bu şekilde sıkı davranmaya iten sebep, Mekke'yi ani bir baskın ile ele geçirip savaşa ve kan dökülmesine meydan vermemekti. Çünkü Mekke Allah tarafından "harem" ilan edilen ve saygı gösterilmesi emredilen; savaşılması ve kan dökülmesi "haram" kılınan bir beldeydi. (İlgili Hadis için bkz. Nesâi, Menâsikul-Hacc, 111) Ayrıca müşriklerin, Müslümanların Mekke'nin fethi amacıyla bir hazırlık içinde olduklarını haber aldıkları takdirde gerekli önlemleri alarak güçleri yettiğince şehri savunacakları aşikârdı. Neticede çok sayıda can kaybına sebep olan bir savaş cereyan edebilirdi. İşte bu sebeplerden ötürü Peygamberimiz (sav) bir yandan gizlilik adına her türlü özeni gösteriyor, bir yandan da şöyle dua ediyordu: "Allah'ım! Yurtlarında ansızın karşılarına çıkıncaya kadar Kureyşlilerin casus ve habercilerini tut!"
Medine'den bütün çıkışların durdurulmuş olmasına rağmen Hâtıb b. Ebû Beltea isimli bir muhacir sahabi, Mekke'deki yakınlarını kollamak adına onları bilgilendirmek amacıyla bir mektup yazmış ve yola çıkan bir kadınla göndermeyi düşünmüştü… Ancak Allah Teâlâ, Peygamberimizi bundan haberdar etmiş, böylece Mekke'ye gidecek olan bu habere engel olmuştu.
Tüm hazırlıklar tamamlanınca Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz, Ramazan ayının onuncu günü yola çıktı. Bir Çarşamba günü, Medine'den ayrılırken şehrin idaresini Ebû Ruhm'a devretmiş, ordunun sayısı hakkında bir fikir sahibi olunmaması için Eslem, Müzeyne, Cüheyne ve Ğıfâr gibi kabilelerin Medine'ye gelmemelerini istemişti. Yolculuk esnasında bu müttefik güçlerin katılımıyla yaklaşık on bin kişilik bir sayıya ulaşan ordunun böylesi bir güce peyderpey sahip olmasında da bir savaş stratejisi söz konusuydu. Hatta Mekke-Medine güzergâhındaki Batn-ı İdam tarafına bir keşif birliği gönderilerek hedef şaşırtılması bile bu planın bir parçasıydı.
Ramazan ayında seferde bulunanların oruç tutmama ruhsatının (bkz. Bakara, 184) bu yolculuk esnasında Peygamberimiz ve ashabı tarafından kullanıldığını görmekteyiz. Zira havanın çok sıcak ve yolculuğun zorlu şartlarda geçmesi söz konusuydu. Yaklaşık o gün süren ve ordunun Mekke civarındaki dağların arkasına gelerek Merru'z-Zahrân denilen yerde karargâh kuruncaya kadar Mekkelilerin tüm bu gelişmelerden haberi olmamıştı. Sevgili Peygamberimizin duası makbul olmuştu…
Nihayet Mekke'den görülebilecek bir vadi olan Merru'z-Zahrân'da yatsı vakti yanan ateşleri görünce Mekkeliler hayret ve şaşkınlık içinde Müslümanların yanı başlarına kadar geldiklerini anlamışlardı. Dahası büyük bir endişeye kapılmışlardı. Çünkü Peygamberimiz (sav) yine bir savaş stratejisi olarak her bir kişinin ateş yakmasını istemişti. Mekkeliler yanan ateşlerin sayısı konusunda bir fikir yürütmüş ve her ateşin başında 3-5 kişinin olduğunu düşünerek ne kadar büyük bir ordu ile karşı karşıya kaldıklarının telaşına ve endişesine düşmüşlerdi.
Gördükleri manzaranın ne anlama geldiğini çözebilmek maksadıyla Ebû Süfyân, Hakîm b. Hızâm ve Büdeyl b. Verkâ'yı da yanına alarak etrafı kolaçan etmek istemişti. Ama Mekke çepeçevre kıskaca alınmış olduğundan, İslâm ordusunun öncü birlikleri tarafından yakalanıp Resûlullah'ın huzuruna getirilmişlerdi. Gece boyu süren konuşmalardan zihinlerindeki sorulara aldıkları cevaplardan sonra üçü de Müslüman oldular. Sevgili Peygamberimiz (sav) böylece Kureyşin o günkü önemli ve nüfuzlu isminin Müslüman olmasını sağladığı gibi İslam ordusunun ihtişamını da bizzat görerek Mekkelilere anlatması ve böylece karşı koymalarını önlemek için amcası Hz. Abbas'a (ra): "Ebû Süfyân'ı al, ordunun geçit yerine götür! İslâm ordusunun ihtişamını seyrettir!" buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Abbâs, Ebû Süfyân'ı vadinin dar boğazına getirdi. Kabileler bölük bölük, bayraklarını çekerek bütün heybetleriyle geçmeye başladılar. Eslemoğulları, Süleymoğulları, Ğıfâroğulları… Derken başlarında Resûlullah'ın olduğu ensar ve muhacirlerden oluşan birlik göründü. Ebû Süfyân: "Ey Abbâs, kim bunlar?" diye sordu. Abbas (ra): "İşte Resûlullah; muhacirler ve ensar arasında." dedi. Ordunun o muhteşem ve heybetli geçişine şahit olan Ebû Süfyân, "Bu güce kimsenin karşı durma ihtimali yoktur." demekten kendini alamadı.
Nitekim Mekke'ye döndüğünde gördüklerini eksiksiz bir şekilde Mekkelilere anlatacaktı…
Konuya devam edeceğiz. Sağlıcakla kalınız efendim.