Geçen hafta idrak ettiğimiz Mevlid Kandili ile birlikte başlayan Mevlid-i Nebi Haftası etkinliklerinde bu yılki ana temanın "Hz. Peygamber ve Vefa Toplumu" olduğundan bir önceki yazımızda söz etmiştik.
Günümüzde bir vefa toplumu inşa etmenin imkanı nedir? sorusuna biz Müslümanların vereceği cevap hiç tereddütsüz olumlu olacaktır. Bunun mümkün olacağını söyleten ve bu görüşü besleyen unsurlar ise temelde Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin Sünnet-i Seniyyesi'dir. İlaveten bin yılı aşkın İslam Medeniyeti'nde her biri bir vefâ âbidesi olan kurum ve kuruluşlar ve her biri bir vefakârlık örneği olan İslam büyüklerinin hayat hikâyeleri, yaşadıkları muhteşem tecrübeler ve inci misali sözleri sayılabilir. Bugünkü yazımızı bu bağlamda çağımızda yeni bir vefa toplumu inşa etmek etrafında şekillendirmek arzusundayız. Böylece, umarız ki bu hafta vesilesiyle, "Hz. Peygamberi anlamak" alt başlığındaki hedeflenen ideale ulaşma adına bizim de bir çabamız söz konusu olur. Muvaffakiyet ise Allah'tandır…
Şimdi soruyu tekrar soralım ve cevabını arayalım: Çağımızda bir "Vefa Toplumu" inşa etmek mümkün müdür?
Bilindiği üzere Kur'an-ı Kerim'in inen her bir ayeti, muhatabı olan tüm insanlara; ama özellikle Müslümanlara hitap etmekteydi. Bu ayetler her şeyden önce Ashab-ı Kiram'ın kimlik ve kişiliğini inşa eder nitelikteydi. Böylece onlar, yirmi üç yıllık süreçte Allah'a güzel kul olmanın ve yarattığı tüm varlıklara karşı gösterilmesi gereken hassasiyetin en güzel örneklerini sergilemeye başlamışlardı. Bu husustaki başarılarında, ayetlerde ortaya konan hükümlerin gereğini bizzat yerine getiren ve adeta "Yaşayan Kur'an" olan Hz. Peygamber'in aralarında bulunuyor olması, en büyük rolü oynamaktaydı. Doğrusu hem Hz. Peygamberin bize aktarılan sözleri ve uygulamalarının hem de Kur'an-ı Kerim'in elimizde bulunuyor ve aramızda yaşıyor olması çağımızda yaşayan Müslümanlar için son derece önemli bir ayrıcalıktır. Zira diğer peygamberler, mucizeleriyle birlikte tarihe mal olurken Allah Teâlâ, Son Peygamber olarak gönderdiği Hz. Muhammed'e ihsan ettiği en büyük mucizesi olan Kur'an-ı Kerim'i "And olsun onu biz indirdik ve yine biz muhafaza edeceğiz" (Hicr, 9) buyurmak suretiyle bu en büyük mucizeyi, ilel-ebed koruyacağına dair söz vermiştir.
Allah Teâlâ'nın Kur'an-ı Kerim'de, Müslümanlar için "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz…" buyurması ve onları "iyiliği emredersiniz, kötülükten alıkoyarsınız ve Allah'a inanırsınız." ifadeleriyle nitelemesi, Ümmet-i Muhammed'in bu özelliğinin, kıyamete kadar devam edeceğine bir işarettir (bkz. Âl-i İmran, 110).
Ayette geçen "iyilikleri yayıp, kötülüklerden alıkoymak", insanlar arası ilişkilere işaret ederken, "Allah'a inanmak" ise kişinin bizzat kendisi ile inandığı Yüce Ma'bûdu ilgilendirmektedir denilebilir. Belki de kişinin bu durumu, aslında "en hayırlı ümmet" vasfını elde etmek için, işe öncelikle Allah'a inanmaktan başlamasını öngörmektedir. Zira iyiliği emretmek ve kötülüklerden sakındırmak da Allah'ın kullarına buyruklarından biridir. Bu bağlamda Allah'a inanmanın, esasen tâ "Bezm-i Elest" denilen ve ruhlar âleminde gerçekleşen olayda, kulun Allah'a verdiği sözün gereği olduğunu düşünmek mümkündür (A'râf, 172). Öte yandan, verilen söz gereği yüklenilen emanetin haddi zâtında önce "…göklere, yere ve dağlara sunulduğunu ama onların bu büyük sorumluluktan korkarak onu yüklenmeye yanaşmadıklarını, insanın ise bunu yüklendiğini" (Ahzab, 72) biliyoruz... İşte bu sebeple diyebiliriz ki, iman edilen "Allah'a kulluk", emanete vefalı olmanın tâ kendisidir!..
GÜZEL KULLUK, YÜKLENİLEN EMANETE VEFADIR!
Evet, Allah'a güzel kul olma çabası ve gayreti, verilen söze de, yüklenilen büyük emanete de vefa göstermek demektir. Bunu başaran müminler, "Onlar, emanetlerine ve verdikleri sözlere bağlı kalan kimselerdir" (Müminun, 8) övgüsüne mazhar olmuşlardır.
İnsan için asıl mesele, verdiği söz ve yüklendiği emanete sadakat göstermesi, bir diğer ifadeyle kendisini yoktan var eden Allah'a "şeksiz, şüphesiz ve şirksiz" bir iman ile inanması ve O'na verdiği kulluk sözüne karşı vefâlı olmasıdır.
Bilindiği üzere peygamberler, Allah tarafından seçilerek ve diğer insanlardan üstün kılınarak bazen sadece bir topluma (kavim) bazen de bir coğrafyaya, ya da Son Nebi Muhammed (sav) gibi tüm insanlığa Allah'ın emirlerini ve yasaklarını bildiren elçiler olarak gönderilmişlerdir. Onların bu elçilik görevlerinden önce de "ni'me'l-abd" olarak anılan "güzel kulluk sahibi" olduklarını ve bu özelliklerinden dolayı Allah tarafından övüldüklerini görmekteyiz (bkz. Sad, 30,44). İslam dini, onu insanlara tebliğ eden Resul-i Ekrem (sav) Efendimizin örnekliğinde Allah Teâlâ'nın, "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" ayetindeki (bkz. Zâriyat, 56) "tahsîs" çerçevesinde sadece Allah'a kul olmaya yöneltir, insanları… "Din, (İslâm) samimiyetten ibarettir" hadis-i şerifinde Hz. Peygamber, verdiği açıklayıcı bilgide, "samimiyetin önce Allah'a karşı olması gerektiğini" ifade etmişti. Allah'a güzel bir kul olmak idealini hayatı boyunca en önemli gaye edinen Sevgili Peygamberimiz, geceleri ayaklarının şişmesine aldırmadan saatlerce kıyam üzere namazlar kılmış, dakikalarca secdelerde tesbihat ile Rabbini anmıştır. Onun bu yönünü ele alan kitapların yazarları, "En Güzel Kul Son Resul" adını verdikleri eserlerinde Son Nebi'nin güzel kulluk örneklerini sayfalara sığdıramamışlardır. Onu örnek alan İslam büyükleri de hep Allah'a güzel kul olmayı önemsemişler, en yüce mertebenin Allah'a kulluk olduğuna vurgu yapmışlardır. O halde son söz olarak diyebiliriz ki yeni bir vefa toplumunun inşasında ilk iş, Allah'a iman ve O'na güzel kulluk adına yaşantımızda gerçekleşecek olumlu değişim ve gelişmelerdir.
Yazımızı Hz. Mevlana'nın konuya dair bir uyarıcı beytiyle tamamlayalım:
"Bezm-i Elest'te verdiğin sözü unutma! Bu söz senin ödemen gereken kulluk borcundur. Korkarım, verdiğin sözü unutursun da ahirete borçlu gidersin…"
Prof. Dr. Mehmet Emin Ay